Sevdenur NAMALAN'ın 26 Temmuz 2023 tarihli yazısı: Ahmet Hamdi Tanpınar - Beş Şehir İncelemesi

Deneme türünde yazdığı bu eser, aslında anılarından, gezdiği yerlerden ve okuduğu kitaplardan oluşmaktadır. Yahya Kemal’e ithaf ederek başladığı kitap, 5 bölümden oluşmaktadır. Bölümler sırasıyla; Ankara, Erzurum, Konya, Bursa’da Zaman ve İstanbul’dur. Hayranı olduğu isimlerden duyduğu şehirlerin yaşamını küçüklükten beri merak eden ve babasının tayinleri nedeniyle birkaç şehri erkenden tanıma fırsatı bulan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümsüz eserinin konusunu, kitabın önsözünde “Beş Şehir’in asıl konusu, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha da doğru olur” diye başladığı sözler özetlemektedir. 

Şehrin kuruluşundan yıkılışına, inşasından çöküşüne anlattığı bazı konuları detaylandırıp bu detayları sade ve akıcı bir dille okuyucusuna sunduğu denemesinde büyük bir maneviyat yatmaktadır. Daha çok zaman kavramıyla tanıdığımız Tanpınar, bu kitapta ruhaniyet ve maddi kültürün birleşmesinden doğan eşsiz yapıları ve olayları çok içten bir şekilde konuşuyormuşçasına anlatmıştır. O şehre özgü isimleri, mimarileri, olayları çok iyi anlatmış, kişi veya eseri okuyucusu karşısında bir etki oluşturmuş, araştırmaya yöneltmiştir. 

Kitabın içinde geçen yardımcı kaynaklardan çok etkilenmiş ama bunu direkt okuyucuya sunması yerine kendi düşünceleri ve tarzıyla yazması bu kaynakların göze batmamasını sağlamıştır. Şehirleri bilen, şehirler hakkında okuyan biri olması nedeniyle anlattıkları daha da etkileyici olmuş. Bu kitabın garip bir özelliği de umutsuzluğa kapılan Türk devletlerinin çıkışında, yükselişinde çok önemli rol oynayan şehirler olmasıdır (Ankara’nın Milli Mücadele döneminde merkez olması, kıtlığın arttığı bir dönemde bereketli topraklara kapısını açan Pasinler -Erzurum- gibi). Okuyanı o dönemlere götüren,  bir anda bize Mevlana ve Şems ile aynı ortamda olduğumuzun hissiyatını veren, Orhan Bey ile Nilüfer Hatun’un aşkını görmemizi sağlayan, Erzurum Kalesi’nden uçsuz bucaksız manzarayı seyrederken Hacı Bayram Veli’nin müridi gibi olmamızın yolunu açması ve Sinan’ın eserlerinden birinde çalışan işçiye dönüşmemize neden olan sürükleyiciliği sayesinde bıkkınlık hissi oluşturmaması kitabın bana göre en önemli özelliğidir.

Yolculuğa başladığı ilk durak Ankara’dır. Sanki Tanpınar’ın yanındaymışız gibi bir hissiyat oluşturan Ankara’nın köklü geçmişinden söz eder, somut değerlerin azlığından yakınır, Hacı Bayram Veli’nin müridiymişçesine onun yaşamından kesitler sunar ve son dönem Türk tarihinin en önemli olaylarından biri olan Büyük Taarruz’u Malazgirt ile değerlendirir. Modernleşen Ankara’nın, eski Ankara evleriyle olan mücadelesini görür ve istikametini 3 kez yolunun düştüğü Erzurum’a çevirir. Atatürk’ü ilk gördüğü, onunla ilk kez konuştuğu lisenin olduğu yerdir Erzurum. I. Dünya Savaşı öncesi doğunun incisi diye tabir edebileceğimiz, Balkanların ve Kafkasların en önemli ticaret noktalarından olan bir yerden bahseder. Ama savaştan sonra ne ticaret merkezi kalır ne de canlılığı… Anadolu’ya yerleşmenin ilk safhası olan Pasinler Muharebesi burada gerçekleşir, kapı sonsuzluğa kadar açılmıştır. Bunun içindir ki savaştan önce Erzurum; çarşısıyla, kalesiyle, camisiyle, esnafıyla, kümbetiyle, kervansarayıyla ve en önemlisi yüz binden fazla nüfusuyla gelişmiş bir şehir olmuş; Selçuklulara, Saltuklulara, Osmanlılara ve Milli Mücadele’nin kahramanlarını tıpkı yüksekliği kadar yüceltmiştir. Aşık, teke, divan sanatçıları dahi çıkartmış bir şehir Cumhuriyet ile yaralarını sarmaya başlamış olsa da eski nüfuzunu ve ruhunu kaybetmiş fakat Tanpınar’ın gönlünde hâlâ çocukluğundaki masalsı şehirlerden biri olarak kalmaya devam etmiştir. Vagonlarda bulduğu gerçek halktan maneviyatı her şeyiyle hissettiği soyut bir alemde, bozkırda yani Konya’da devam eder. 

Bozkırdan devlet olmuş, devlet büyümüş imparatorluk olmuş, işte böyle bir yerdir Konya. Büyük isimlere misafirlik edeyim derken büyük acıları da konuk etmek zorunda kalmıştır. Türklerin İslamiyet’i kendi kültürleriyle yorumlamasından sonra ortaya çıkan düşüncelerin yayıldığı, Mevlana’nın gelişiyle farklı bir hareket kolunun da ortaya çıktığı Konya’nın birçok etnik grubu içinde barındırması, şehri özel kılan durumlardan biridir. Adeta farklı kültürlerin yaşamlarından kesitlerle ortaya çıkan Konya’nın kuruluşu hakkında pek az bilgiye sahip olsak da bizim için Selçuklu dönemiyle başlayan olaylar daha önemlidir. Anadolu Selçukluların kadim başkenti aynı zamanda tasavvufunda ev sahipliğini yapacağından habersiz yaşıyordu. Önce haçlı seferleriyle zarar görmüş, sonra ise Moğol seferleriyle yakılıp yıkılan şehir, kuruluşundan yıkılışına kadar olan süre zarfında en az bu acılar kadar yaşanan olayların da merkezi olmuştur. 

Yapılan eserlerin su yolları üzerinde olması bölgeye ne kadar hâkim olduklarını gösteren bir işarettir. Konya, Alâeddin Keykubat gibi büyük isimleri kaybederken ağlamış, Divan-ı Kebir ile sabretmiştir. Ahiliğin, Mevleviliğin ve birçok tarikatın ev sahipliğini yaparken ise öğrenmiştir. Tanpınar, geçmişin defterini kapatırken sokakta çıplak ayakla koşan çocukların dudaklarındaki ritimli ıslığı, kadınların dilindeki türkülerle tekrardan anılarını hatırlamaktadır. 

Ve bir başka başkent, Bursa’ya geliriz. Osman Gazi’nin hayallerini süsleyen ama şehrin fethi ona nasip olmayan şehir, fethedildiğinde ve ilk evlatlarını verdiğinde, evlatlarıyla büyüyen bir aşk şehri olmuş, aşıklarını unutmamış hatta ilçelerine, mahallelerine ismini verecek kadar cesur bir yerdir. Yeşil, Bursa’da büyüleyici bir renktir. Cennetin, ormanın, ağacın, çimenin rengi burada su sesleriyle özel bir bağ kurmuştur. Hemen hemen her yapısında bir hikâye bulunduran Bursa’nın akıbetinde de yıkımlar, felaketler, ihtiraslar etkili olmuş ama gerek konumundan ( İpek Yolu) gerekse başkent oluşundan defalarca ayağa güçlü bir şekilde kalkmasını bilmiştir. Tanpınar, şehrin bir Türk gibi olduğunu söyler. Bu şehir yeni baştan yapılmış büyük bir Türk şehri olmuştur. 

Her satırı rüya âlemine götüren bir yere, İstanbul’a gidiyoruz. 1453 senesine kadar uzaktan bakılan, fethetmek için gecesini gündüzüne katanların hülyalarını süsleyen İstanbul’un eşsiz mimarisinin tarihini, Mimar Sinan’ı, Sedefkâr Mehmed Usta’yı bir de Tanpınar’ın kaleminden dinleriz. Fatih’ten Kanuni’ye kadar olan dönemin mimarisini, Türkleşen İstanbul’u anlatırken bir anda, ''Baki ve Sinan’ın buluşması olmuş mudur?'' sorusunu sorup düşündürür ve böylelikle İstanbul’da Süleymaniye’de Sultanahmet’te kendimizi buluruz. Bayezid’den, Kanuni’den ama en çok Sinan’dan bahseder. Mimarisine aşık olduğumuz Sinan’ı Eski Valide, Mihrimah, Rüstem Paşa ve Sokullu camilerinde görürüz. 7 tepeye yapacağı eserlerin hayalini kurarız. Sonra anlamsızlaşan bir şehirden şikâyet eder, çünkü aradığı şeyler İstanbul’da ne yazık ki yıkılmış, dökülmüş veyahut da unutulmaya yüz tutulmuştur. Tanpınar, bize kaybettiklerimizin acısını İstanbul’un somut olan fakat günümüzde olmayan değerleriyle veriyor ama yine de İstanbul’dan umutlu bir şekilde yazısına son veriyor.