Prof. Dr. Esat ARSLAN'ın 8 Nisan 2024 tarihli yazısı: Hedef İran Olabilir mi?
ABD-İran arasında büyük pazarlık girişimlerinin asparagas olduğu birçok yerde savunulsa da gerçekte ucu açık pazarlık girişimlerinin, en azından pazarlık önerilerinin kapalı kapılar arkasında hararetli savunucularının bulunduğu bilinen bir gerçektir. Doğrudur ve de doğru bir ifadeyle bir kompartıman diplomasisinin de gereğidir. Orta Doğu’da büyük resme bakılırken kuşkusuz tüm bunlar açık seçik görülebilmelidir. Tarihsel bir derinlik olarak geçmişten günümüze bakıldığında İran ile ABD arasında birçok pazarlığın yapıldığı aşikâr bir bilgi olarak belleklerde yer etmiştir. Bunlardan birincisi İslam Devrimi’nin ilk günlerinde gerçekleşmiştir. Rehber Ayetullah Humeyni’nin Bursa, Necef’ten sonra Paris’te ikameti, Fransa ve İngiltere’nin ABD’ye karşı oynadıkları bir kart olarak kullanılmıştır. Daha doğrusu şah yönetimi sırasında şaha karşı muhafazasını bile bir danışıklı dövüş olarak görmek gerekir. Günümüzde de Güney Azerbaycan Mukavemet Hareketi’nin (GAMOH) lideri başta Prof. Dr. Mahmut Ali Çöhreganlı olmak üzere lider kadrosunun Washington’da bulunduruluşu, ABD’nin sahibiyetlik gösterisi de bu bakış açısının günümüze yansımasıdır. Gerçekten de ABD’nin karar alma mekanizmaları Fransa ve İngiltere’nin bu karşı koyuşunu yani Ayetullah Humeyni’nin Paris’te ikametini dikkate almamıştır. Washington’da Humeyni’yi fikrî cephesiyle tanıyan olmadığı için, Fransa ve İngiltere’nin desteğindeki onun önderliğindeki İslam Devrimi, Washington için sürpriz olmuştur. Oysa ABD’nin gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, ABD’nin İslam dünyasına karşı açtığı soğuk savaşta İran’ı denge unsurlarından birisi hâline getirmek ve kutuplardan birisinin başına oturtma planını ortaya koymuştur. (1) Bir başka ifadeyle İran’da Şii karakterli bir rejim değişikliğine müsaade edilerek Şii ve Sünni dünyada bir kutuplama hayal edilmiştir. Gerçekten de Kissinger, bütün taşlar yerine oturduktan sonra İslam Devrimi’ni aynı amaç doğrultusunda kullanmak istemiş ve bu planı bütün ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. Bu, doğrudan İslam dünyasını kutuplaştıran yeni bir soğuk savaş modeli olmuştur.
Şimdi gelin hep birlikte anımsayalım, kurgulanan İran-Irak savaşı buna hizmet etmiş midir? Evet etmiştir. Saddam Hüseyin’in Sünni dünyadan almış olduğu destekle birlikte İran tarafının savaşı sekiz yıl uzatması ve İran’ın Saddam’ı devirme azmi hem siyasî hem de mezhepsel olarak bölgesel bazda bir kutuplaşmayı hem tetiklemiş hem de derinleştirmiştir. Daha sonra yapılan Afganistan ve Irak işgalleri bu kutuplaşmayı pekiştirmiş, perçinlemiştir. Humeyni, kuramsal olarak istemese bile konum olarak İslam dünyasına karşı açılan soğuk savaşın bir kutbu ve ucu olmuştur. (1)
Kissinger, Sünni dünyayı, SSCB’nin yerine koymuş ve Sünni dünyadaki entegrasyonu, bütünleşmeyi alabildiğine zayıflatmıştır. ABD’nin özellikle Irak’a karşı örtülü bir biçimde İran nüfuzunu zımnen etkileştirerek taşıması açıkça eleştirilmiştir. Bu cümleden olmak üzere Suud Dışişleri Bakanı Faysal, hem de ABD ziyareti esnasında Amerikalıların altın bir tepsi içinde bunu İran’a sunduğunu ileri sürmüştür. Benzeri eleştiriler Ürdün Kralı II. Abdullah’tan da gelmiştir.
İran’ın, ABD’nin ebedi düşmanı gibi gösterilme algısı bir yana İran’la ilişkiler bağlamında Tahran hep akıllı bir biçimde kapıyı açık tutmuştur. Şu bir gerçektir ki aslında Ayetullah Humeyni, ABD için “büyük şeytan (şeytan-ı bozorg Amrika)”, İsrail için “küçük şeytan (şeytan-ı küçük İsrail)” ve Birleşik Arap Emirlikleri için “minik şeytan (şeytan-ı minik İmarat)” terimlerini kullansa da hiçbir zaman ilişki kurmayacağını söylememiştir. Kapı hep açık tutulmuştur.
Anımsayalım, ABD bir dönem; İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeleri şer ekseni olarak tanımlamıştır. Bu görüşün doğal bir sonucu olarak fosil yakıtı Batı’ya karşı bir silah olarak kullanmak amacıyla kurulan Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliğinin (OPEC) iki lider ülkesi Irak ve İran, “çifte kuşatma (dual containment)” siyasetine maruz bırakılmıştır. Bu politika bağlamında ve İran’ın da yardımıyla kuşatılan ülkelerden Irak işgal edilmiş ve Saddam devrilmiştir. Saddam’ın devrilmesinden sonra kuşkusuz en kazançlı ülke İran olmuş ve Irak’taki güç boşluğu İran tarafından doldurulmuştur. Ne zamana kadar? ABD’nin Irak’taki başarısızlıklarına kadar bu süreç devam etmiştir. Irak’taki başarısızlık İran’a fatura edilmiş, şimdi de İsrail’in Gazze’deki başarısızlığının hedef ülkesi İran olmuştur.
İsrail’in, Şam'ın kalbinde iki İslam ülkesini, Suriye yanında İran’ın Şam’daki konsolosluk binasını F-35’lerin fırlattığı altı füzeyle vurması Cenevre Konvansiyonu başta olmak üzere uluslararası hukuku bir kez daha çiğnemiş ve aynı zamanda ‘haydut devlet’ vasfını da dünya kamuoyu önünde birleştirmiş ve perçinlemiştir. İsrail’in İran ve Suriye’yi hedef alması hiçbir yoruma gerek kalmaksızın doğrudan bir savaş nedenidir. Aslında İsrail ile İran birbirlerine düşmanlıklarını ilan etmiş iki Orta Doğu devletidir. Diğer bir ifadeyle İran’ın ilişki kurma konusunda tek tabusu İsrail’dir. ABD nedense kendileriyle diplomatik ilişki kurulmasından ziyade İsrail’le diplomatik ilişkiden sarf-ı nazar edenlere öfkelenmektedir. ABD için İsrail en fazla kayrılan ülke statüsünden öte bir durumu dikte ettirmektedir. Kuşkusuz bu durum, 15 Şubat 1979 İslam Devrimi’nden sonra gerçekleştirilmiştir. Öte yandan İsrail, ortaya koymuş olduğu fütursuzca “ben yaptım oldu” saldırıları ile haydut devlet statüsünü Orta Doğu’nun tüm otantik ülkelerine göstermiştir. Bu durum, herkes tarafından kabul görmektedir.
Yapılan bu son saldırı, İran’ı çetin bir denklemin içine çekmiş ve çekmeye de devam etmektedir. Öte yandan Tahran yönetimi bunun, Netanyahu’nun bir oyunu olduğunu, İsrail’e misliyle yanıt vermek amacıyla İran’ı, kurgulanan bu oyuna çekebileceğini de görmüştür ve görmektedir. Aslında Netanyahu, kendisini Gazze başarısızlığı ortamından kurtaracak yeni cehennemler aramaktadır. Açıkça görülmektedir ki İsrail’in yapmış olduğu bu saldırı, Biden yönetiminin İsrail’e bağlılık taahhüdünü sürdürürken çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşmesini önleme siyasetini de çıkmaza sürüklemektedir. (2)
Yapılması ve görülmesi gerekenleri şu şekilde özetlemek olası görünmektedir: Birincisi, Netanyahu’nun ABD yönetimini İran’a karşı el yükselterek kendi oyununa çekmeye çalıştığı açık seçik görülmektedir. Diğer bir deyişle İsrail’in şahinleri öteden beri İran’a karşı ABD’yi ön safta savaştıracak bir çatışma senaryosunu ortaya koyarak bir taşla çok kuş avlama peşine düşmüştür. Evet bunda başarılı da olmuşlardır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak da İsrail, ABD’nin koruma taahhüdü yerli yerindeyken savaş çıkartma pahasına kendi caydırıcılığını yeniden inşa etmek adına kendi sınırlarını zorlamaktadır. Diğer yandan Tahran’ın bu saldırıları yanıtsız bırakmasının ise İran’ı “kırmızıçizgileri aşılmış”, “caydırıcılığını yitirmiş” bir aktöre dönüştürebileceği de açıkça görülmektedir. Geçmişte olduğu gibi Direniş Ekseni’ndeki devlet dışı aktörlerle yanıt verilebilir ama bu da itibar aşınması, bu ‘de facto’ durumu önlemeye açıkça yetmemektedir. (2)
Bu saldırıyla Netanyahu, ABD üzerinde de baskı kurmak suretiyle Biden yönetiminin İsrail’e bağlılık taahhüdünü sürdürürken çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşmesini önleme siyasetini de bir girdaba sürüklemektedir.
Gazze’deki soykırım savaşına paralel olarak işlerin kontrolden çıkma noktasında kendilerini doğrudan çatışmaya sürükleyecek bir tırmanıştan ya da bölgesel savaştan kaçınma konusunda kapalı kapılar arkasında kotarılan ABD-İran arasında anlayış birliği doğrudan hedef alınmıştır. ABD’nin örtülü bir biçimde İran’la yürüttüğü temasların çatışmayı sınırlandırma konusunda elde ettiği belirgin sonuçların üzerine odaklandığı açıkça görülmektedir. Diğer yandan ABD-İngiltere ikilisi, Yemen’deki Husilerin Gazze’de ateşkes sağlanıp insani yardımın önü açılıncaya kadar İsrail bağlantılı gemileri hedef alma konusundaki kararlılığını kıramamıştır. Ancak Lübnan’da Hizbullah’ın, kontrollü çatışma stratejisi kapsamında angajman kurallarına bağlı kaldığı da görülmektedir.
Söylemem odur ki İsrail’in tuzağına düşmemek için şimdiye kadar yapılan suikastlar ve doğrudan İran’ı hedef alan Şam’daki F-35 saldırısı, Tahran yönetimini alana çekmek adına ‘stratejik sabrını” hedeflemiştir ve hedeflemektedir. Netanyahu yönetimi, kendini saldırgan bir devlet konumundan mağdur devlet konumuna sokacak tüm parametreleri kullanmaya çalışmaktadır. Şam’daki saldırının çok hedefli bir kışkırtma olduğunu özümsemiş olan Tahran yönetiminin basiret göstermek suretiyle yanıtını asimetrik yollarla yapabileceği düşünülmektedir.
Temennim ve en büyük arzum Ramazan Bayramı’nızın savaşsız bir ortamda huzur içinde geçmesidir, sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1) Mustafa Özcan, “Büyük Pazarlık ya da Üçüncü Savaş”, “Hedef Neden İran”, İstanbul, 2008, ss. 132-33
(2) Fehim Taştekin “İran’a Saldırı Savaş Nedeni Ve Fakat…”, Gazete Duvar, 03.04.2024; https://www.gazeteduvar.com.tr/irana-saldiri-savas-nedeni-ve-fakat-makale-1681326 /Erişim Tarihi 06.04.2024/