Ersan AKBAŞ'ın 21 Ekim 2023 tarihli yazısı: Ünsal Oskay’ın Öğrencisi Olmak

Ünsal Oskay… Türkiye’de iletişim biliminin kurucu babası…

Benim için ise Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin efsanevi hocası…

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Nişantaşı’nın arka/ara sokaklarında bir fakülteydi.

Ünsal Oskay’ı ilk gördüğüm yer ise o fakültenin unutulmaz 401 No.lu sınıfıydı.

‘Bu nasıl bir ders?’, ‘Bu nasıl bir hoca?’ diye içimden sorular sorduğumu dün gibi hatırlıyorum.

Sınıf yıkılıyor, keyiften… Hoca tek başına deyim yerindeyse stand - up komedi yapıyordu.

Hele bir kız öğrencinin sorusuna kızıp, “Burada işin ne o zaman? Çıkıp Nişantaşı’nda gezip dolaşsana” tarzındaki çıkışına 401 No.lu sınıfın kahkahalı tepkisi hala gözümün önünde.

Doğrusunu söylersem, alışamamıştım o ilk gördüğüm Ünsal Oskay’a…

Ama benim şansım Radyo-Tv Sinema Bölümü’nden olmamdı. Hoca da o bölümün başkanıydı.

Bu, benim hocayla 4 yıl zaman geçirmem demekti ki Ünsal Oskay efsanesini o 4 yıl içinde, sindire sindire yaşadım.

Öncelikle derya deniz bir kişilikti… Bilgisi önünde eğilmemeniz, imkansızdı.

Bazen onunla konuşurken cahilliğimden ben utanırdım. Hiç de affı yoktu, bu konuda. “Kitap ağır değil, siz hafifsiniz” der, durumunuzu özetlerdi.

Müthiş hazır cevaptı. Hınzır kişiliği altında tonton bir kalbi vardı. Kendisi de bir tontondu ya…

Hala gözümün önünde, Amerikan Hastanesi yanındaki yokuşu ağır ağır çıkışı. Pardösüsü, fötr şapkası… Elinde bazen şemsiye, bir de sarı renkli kaplumbağa tipli vosvosu vardı, galiba. Aklımda böyle kalmış.

Bizlerle oturmayı çok severdi. Fakültenin yanındaki dönemin kendine has tarzlı küçük kafesinde oturmuşsak, eğer uygunsa mutlaka yanımıza gelirdi. Dehşet zekasına o anlarda çok tanıklık etmişimdir.

Durmayan ağzım, onun yanında soru sormaya bile çekinirdi. Oysa o konuşmamızı, soru sormamızı isterdi. Yanıtlamaktan büyük keyif alırdı.

Derya deniz olduğundan ‘a’ konusu birden ‘z’ konusu olurdu, oraya nasıl gelirdi, anlamazdınız bile…

Hani küçük bir çocuk ile konuşurken onun basit dünyasını hissedersiniz ya, işte bende onun zengin bilgisi karşısında kendimi öyle hissederdim.

O ise öğrencilerine karşı bunun hep farkındaydı. İnceden dalgasını geçerdi.

Hiç unutmam bir gün sınavın ortasındayız.

Yine öyle bir soru sormuş ki kitabı açsanız, kopya çekmenize imkan yok. Ama ilginçtir kitabını eğer sindirerek okumuşsanız soruyu yanıtlayabilirsiniz.

İşte yine bu tarzda bir soru sormuş…

Kopya çekilmesin diye sınıflar hep karma yapılırdı. Hoca da sınıfları dolaşıyor. Artık cevap kağıtlarındaki yanıtları mı gördü, nedir?

“Çok boşsunuz” dedi. “Her geçen nesil daha bir boş geliyor” diye devam etti. “Hiçbir şey öğrenmeden mezun olacaksınız. Yazık! Bu kadar boş öğrencilerin bir arada olduğu bir dönemi hiç hatırlamıyorum. Bomboşsunuz” şeklinde söylendi ve gitti.

Gerçekten de çok boştuk. Öğrenmeye çalışıyorduk; ama onun karşısında yetmiyordu. O ise öğretmeye çalışıyordu.

Bunu da sıkmadan yapardı.

“Hayatı sevin, hayatı yaşayın” derdi, “Sevgiliniz olsun, bu hayat yalnız çekilmez” derdi.

Baharda derslere girmemize bile takılırdı, “Aklınız mı yok, gidin dolaşın, baharın tadını çıkarın” diye…

Bir gün ders bitmiş, arkadaşım bir dergiden kestiği sayfadaki reklam ile ilgili soru soruyor. Onu dinlerken sözünü kesti, “Bırak boş ver, sen reklamdaki kızın güzelliğine bak! Bunun gibi birisini bul, onunla sevgili ol” tarzında uzun uzun öğütler verdi.

Yani nevi şahsına münhasır/kendine özgü özellikleri olan birisiydi.

Öyle ki dersin birisinde konu nasıl olmuş, nereden oraya gelmişse bizlere salçalı makarnayı anlatırken birden durdu, “Salça, Anadolu’da ne zamandan beri kullanılıyor bilen var mı?” diye sordu.

Karma bir desti o gün, yani gazetecilik, halkla ilişkiler ve biz radyo tv öğrencileri, hepimiz bir aradaydık. İnanır mısınız rahat 200 öğrenci varız, birimiz bile cevap veremedik.

Böyle birden soru sorup cevabını vermeyi çok severdi. Domatesin Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’ya geldiğini oradan da Anadolu’ya 1800’lü yılların başında geçtiğini söyleyip ezberci olduğumuzu yüzümüze keyiflice anlatmıştı.

Domatessiz bir hayat düşünemeyen ben, domatesin Anadolu’daki geçmişinin sadece 200 yıldan ibaret olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.

Böyleydi işte bizim hoca, hem çarpar hem öğretirdi. 

Gene karma olduğumuz bir derste, geçmiş bir döneminde canını çok sıkan bir dava ile ilgili konuşuyordu; ama hoca bu, durur mu? Onu anlatırken oraya geçti, bunu anlatırken buraya geçti, derken davayı anlatmayı bıraktı, dersin sonunu getirdi.

Ben de çok merak ettiğim için, “Hocam davanızın sonucu ne oldu?” diye sordum. Sormaz olaydım. Sana ne?, Seni niye ilgilendirir?

Hocanın birden gözleri doldu ve sesi titreyerek, davadan çok çektiğini anlattı. Bitirdiğinde gözyaşlarını siliyordu. Çok üzülmüştüm. Koskoca çınarı üzen bu dava neydi? Hatırlayamıyorum; ama hocanın o gözleri dolarak ve sesi titreyerek yaptığı konuşmayı dün gibi hatırlıyorum.

Onu son görüşüm, 1999 yılıydı. Öğrenci işlerinden bir türlü transkript/not dökümü alamıyordum. Ankara’ya dönecektim. Öğrenci işleri, 10 gün beni oyalamıştı, bugün yarın diyerek…

Hoca dekan olmuştu artık. Dayanamadım dekanlık katına çıktım. Dekanlık katı dediğime bakmayın, kendi halinde mütevazi bir kattı. Hocayı beklemeye başladım.

Geldiğinde beni gördü ve hemen ayaküstü ne olduğunu sordu. Ben de durumu anlattım, derhal öğrenci işlerindeki görevliyi çağırdı, hızlı ve kısa talimatını verdi. 2 saat içinde transkript ile mezun olduğuma dair belge elimdeydi.

Böyleydi işte hoca, öğrencisini hep kollardı.

Sonra… Sonra bir duyduk ki rant çevrelerinin gözbebeği olan fakültemize çökülme kararı alınmış, depreme dayanaklı değil diye… Öğrenciler son bir gayret mücadele ediyor. Hoca bu durur mu? Her zaman olduğu gibi öğrencisinin yanında… Ne yaptı etti kaptırmadı fakülteyi…

Sonra… Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden hocanın emekliye ayrıldığını duyduk, içimin cız ettiğini hatırlıyorum.  

Sonra… Sonrası hızla yıllar aktı. Günler hızla geçti.

Hiç düşündünüz mü? O geçen günlerden biri sizin ölüm tarihiniz olacak.

İşte hocanın hayata veda ediş tarihi 17 Ekim oldu. Yıllardan da 2009’du. 70 yaşında aramızdan ayrıldı.

Ayrıldığında bile günlerce hocanın öğrencileri, derslerdeki Ünsal Oskay’ı anlattı.

Derslerdeki Ünsal Oskay, öğretmendi. Adamdı. Eğilip bükülmezdi. İnsandı. Sevmeyeni yok denecek kadar azdı. Notmuş, dersmiş umurunda değildi. Sadece yetişmemizi, gelişmemizi, öğrenmemizi isterdi. Bunun için çabaladı, durdu. Hayatı da böyle çok sevdi.

Geçtiğimiz 17 Ekim Salı günü hocanın ölüm yıldönümüydü.

Yunus Emre’nin ‘Bir garip ölmüş diyeler, Üç günden sonra duyalar” dizeleri bende hayata geçmiş, Ünsal Oskay’ın ölüm yıldönümü benim aklımdan çoktan çıkmış, gitmiş. Unutmuşum.

18 Ekim Çarşamba günü metroda hocayı düşünürken artık hocam hakkında bir vefa yazısı yazmaya karar verdiğimde fark ettim ki hocanın ölüm yıldönümü gelmiş.

İşte böyledir hoca, kendini bir şekilde hatırlatır.

Bu yazı hocaların hocasına bir vefa borcunun ödenmesidir. Çünkü hoca aramızdan ayrıldığında onu anabilecek böyle bir köşem yoktu. Şimdi var!

Geç de olsa yıllar sonra da olsa, hocaya bir veda yazısı yazabiliyorum.

İnternetin uçsuz bucaksız aleminde bir nokta bile olamayacak bu anma yazısını yıllar sonra bir kişi bile okusa bana yeter.

Çünkü eski Türkiye dedikleri dönemde bile bu ülkenin Ünsal Oskay’ı vardı.

O, döneminin parlayan yıldızıydı. İletişim biliminin kurucu babasıydı ve bizim Ünsal Oskay hocamızdı.

Hayatımda büyük bir yer kapladı ve şimdi sonsuzluk aleminde… Nurlar için de yat hocam. Allah’ın rahmeti hep üzerine olsun.