Prof Dr. Esat ARSLAN'ın 27 Şubat 2023 tarihli yazısı: Yer Demir, Gök Bakır
İnsanlık tarihinde mukaddes kitapların betimlediği ilahi takdirin hükmüyle bir gün elbet gerçekleşecek olan ‘dünyanın sonu’, ‘kıyamet’ olarak adlandırılırken, ona benzer ve yakın yaşananlar ise ‘felaket’ sözcüğü ile isimlendirilmiştir. Felaket sözcüğü, kıyamet gibi gerçekten toplumsal hafızada acı ve kederle imbiklenmiş bir kelimedir. İnsanlık tarihi boyunca anlamları farklı olsa da Yahudiler tarafından Avrupa’da yaşanan İkinci Dünya Savaşı sırasındaki olaylar ‘büyük felaket’ (ŞOAH) biçiminde anılırken, Ermeniler de Birinci Dünya Savaşı’nda kendi yaptıklarını yok farzederek yaşanan olayları biraz da Yahudilere benzeterek yine aynı anlamda ‘büyük felaket’ (Medz Yeğern) olarak anılmasını yeğlemişlerdir. Yunanlar da benzer şekilde Müslüman halka katliam yapa yapa Batı Anadolu’dan kaçışlarını ‘küçük Asya felaketi’ olarak adlandırırlarken, 15 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti’nin kurulmasının ardından Filistinlilerin tehcir edilmesi de ‘büyük felaket’ (El-Nekbe) olarak isimlendirilmiştir. Bizim kıyamet çapındaki endişe ve kaygılarımız ise kendimize, ailemize, yakınlarımıza, toplumumuza, milletimize ilişecek felaketlerdir. Gerçekten de ülkemizin güneyini sarsan 6 Şubat 2023 tarihli Kahramanmaraş merkezli ikiz depremler ile Hatay merkezli Defne ve Samandağ ilçelerindeki yer sarsıntıları ülkemiz için tam anlamıyla bir ‘Büyük felaket” olmuştur. Yalnız bir farkla; diğer halklar, insanoğlunun sebebiyet verdiklerini ‘felaket’ olarak tanımlarlarken, Türk insanı yaratanın verdiği büyük tufanları ‘felaket’ olarak yeğlemişlerdir. Evet Türk insanı sabırsızdır, onun için can, malın yongasıdır. Vatandaşlarımızın tüm uyarılara karşın son Hatay merkezli depremlerde hasarlı binalara girip eşya çıkartmaya çalışırlarken enkaz altında kalarak can vermeleri başka bir felaket olmuştur. Evet sevgili okurlar, büyük bir felaket hatta daha da ilerisi ‘felaketler zinciri’ yaşadık, yaşıyoruz. Yaşadığımız deprem boşuna ‘yüzyılın felaketi’ olarak adlandırılmıyor, sanki kıyamet gibi. Altaylı Türkler de kıyameti öyle bir tasvir etmişlerdi ki günümüzde de aynen kullanılan “Gök demir, yer bakır” ifadesini bizlere miras bırakmışlardır:
“Gök demir olur kalır, yer bakır olur kalır… At başı büyüklüğünde altın, bir tas yemeği satın alamaz… Ayak altından altın çıkar da onu alacak kişi bulunmaz…” (2)
Malum bu destan parçasından güzel Türkçemize “Gök demir, yer bakır” sözünün hüznü kalmıştır. Yaşadığımız deprem sonrası Türkiye’nin yüzde 21 tarım ürünlerini sağlayan bölgesinin uzun süre kendisini toparlayamaması kaygı ve endişesi, Türkiye’yi yukarıdaki satırlarda ifade edildiği gibi “bir tas yemek” bulunamıyorsa, eğer at başı büyüklüğündeki altınlarınız olsa ne fayda.
Depremlerin büyüklüğü, art arda gelmesi, yüzeye çok yakın olması, neredeyse iki dakikaya yakın sürmesi ve bu sebeple yıkım gücünün çok büyük olması ve etki alanının genişliği gibi sebepler nedeniyle, böyle bir yıkımın altından herhangi bir devletin tek başına kalkması çok zor olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Daha depremin ilk anlarında AFAD tarafından ‘Afet Müdahale Planı’na istinaden 4. seviye alarm ilanı yapılmış ve uluslararası yardımların kabul edileceği bildirilmiştir. Bunun ne kadar isabetli bir karar olduğu da gün ağarır ağarmaz ‘büyük felaket’in ilk gününde belli olmuştur. (1)
Anımsayacaksınız, geçen haftaki makalemizde taziyeye gelen devletlerin dayatmalarından bahsetmiş, bir nevi deprem fırsatçılığının kapalı kapılar arkasındaki görüntülerini bulgular üzerinden çizmeye çalışmıştık. Bunun yanında depremlerle ilgili özellikle sosyal medyada dolaşımda olan bilimsel temelli olmayan bilgiler paylaşarak dikkat çekmeye çalışanların ortaya koymaya çalıştıklarının toplumdaki kafa karışıklığına sebep olduğunu delillendirişten, hafiften. Biraz olsun doğru bilgi elde etmek için, çok fazla araştırmaya gerek yok, sadece ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumunun sitesine girin yeter derim. Evet yalnızca bu sitede depremle ilgili birçok iddiaya ve ikna edici doyurucu yanıtlara yer verilmiştir. Nedendir bilinmez, ama bu konuda en çok sözü edilen de Türkçe savaşı çağrıştıran “harp” sözcüğü ile özdeşleştirildiği için “HAARP” projesidir. HAARP projesi aslında ABD’nin Alaska eyaletinde kurulu ABD Hava Kuvvetlerinden devredilen bir bilimsel araştırma tesisinin adıdır. Hâlen Alaska Üniversitesi-Fairbanksin Jeofizik Enstitüsüne bağlı sivil bir projedir. Basit bir arama ile tesisin ayrıntılı uydu görüntülerine bile ulaşabileceğinizi söyleyebilirim. Tesisin çalışmalarını özetleyen ve neler yapıldığını anlatan resmi bir web sitesi mevcuttur. Facebook ve Twitter hesapları bile var. Oldukça geniş HAARP araştırması ile ilgili yayınların olduğu da ilave edelim. Ülkemizde yapılanlar ise ABD’nin olmayan gücünü yüceltmek içindir, bu proje bu bakımdan dillendirilmektedir.
Farkındasınız, İstanbul Boğazı’na gelen ABD Deniz Kuvvetlerine bağlı bayrağı büyük USS Nitze adlı bir ABD gemisi ne kadar da büyütülmüştür. Üfürülen iddiaya bakar mısınız? HAARP teknolojisiyle donatılmış bu gemi 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerini yaratmıştır. Her bir şeyi bir tarafa bırak, Allah’tan o ABD gemisi depremden önce İskenderun limanı civarında dolaşsaydı acaba neler olur? Ve de neler söylenirdi? Komplo kuramcıları ya da “Büyük Resmi Görenler Derneği Üyeleri”nin ortalığı ayağa kaldıracakları muhakkak olurdu. Şimdi ise saçmalıklarına şunları da eklemekten kendilerini alamamaktadırlar. N’olmuş? Deprem için, İstanbul’daki gemiden tuşa basılmış ve büyük bir enerjinin Marmara’daki bütün fayları es geçip bin 28 km uzakta bulunan Kahramanmaraş’taki fayı tetiklediğine inanılmasını istemektedirler! (4) Ne dersiniz? Geçen günü bir pastanede kendisini internet gazetecisi olarak tanıtıp, bir hanımefendi etrafına toplamış olduğu genç kızlara bu komplo kuramını heyecanlı bir biçimde anlatmanın dayanılmaz hafifliği yaşıyor ve yaşatıyordu. Bizzat gördüm, kamuoyunda bu iddialar tutmuşa benziyor.
Şimdi eğri oturup doğru betimlemeler yapalım. HAARP’ın bütün enerjisini bir noktaya odaklasanız bile, bir çakıl taşını bile yerinden kıpırdatmak mümkün değildir. Kilometrelerce derinde, inanılmaz şiddetteki kuvvetlerle birbirine dayanmış yerkabuğu parçalarını oynatmak ise neredeyse hepten olanaksızdır. Bunu yapabilecek teknoloji ve enerji, insan beyninin kıvrımlarıyla düşünülmüş olabilir, ama henüz böyle bir enerjinin dünyada mevcut olmadığını söyleyebilirim. Daha da ileri çok uzun zaman boyunca da olamayacağı düşünülmektedir. Bir şekilde bunun mümkün olduğunu hayal edilse bile, Marmara’daki gibi karmaşık ve birbirini zincirleme etkileyecek bir fay sisteminde istenilen yerde istenilen şiddette bir deprem oluşturmak olanaksız olurdu. Uzmanlar, depremi tetikleyecek bir enerji yaratmak için yüz binlerce atom bombasının patlatılması gerektiğini söylemektedirler.
Sorulması gereken bir başka soru ise Türkiye’yi derinden sarsan ve çok geniş bir alanda büyük bir yıkıma neden olan depremin ardından Türkiye afet diplomasisini gerektiği bir biçimde yönetebildi mi? Türk Dışişleri Bakanlığı bir nevi kriz yönetimi duyarlılığı ile afet diplomasisini, sorun yaşamış olduğu ülkelerle bile ilişkilerin normalleşmesi ve sorunların çözümü için diyalog kanallarının açık olması biçiminde duyarlı ve proaktif biçimde yönetmiştir. Afet diplomasinin en önemli özelliklerinden birisi de unutmamak gerekir ki, ülkelerin gösterdikleri dayanışma ile milli çıkarların karıştırılmamasına dayanmaktadır. Peki deprem sonrası Yunanistan, Akdeniz ve Adalar Denizi’ndeki asılsız ve mesnetsiz iddialarından vazgeçmiş midir? Ne mümkün. İnanılması bile güç. Ülkemize gelince, Türkiye, deprem sonrası gösterilen dayanışma ve gönderilen insani yardımlar hatırına ne kendi haklarından ne de Azerbaycan ve KKTC’nin haklarından vazgeçebilir. Felaketin Türkiye’ye diz çöktüreceğini ve ülkemizi zayıflatacağını, bu fırsattan yararlanarak birtakım kazanımlar elde edebileceklerini zannedenler, depremin ilk gününden itibaren büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktadırlar. O kadar ki Türkiye’ye taziyeye gelenlerin konuşmalarının arasına sıkıştırdıkları gibi, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine Ankara’nın yeşil ışık yakmasını beklemektedirler. Deprem olduğu gün Adalar Denizi’nde atışlı tatbikat yapan ve NAVTEX ilan eden Yunanistan’ın yardımını “La havle” çekerek kabul etmek, amasız ve fakatsız komşuluk ilişkileriyle ilintili ama Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin yardım kartını kullanmaya çalışması ise doğrusu duyarlılıkları istismar etmekle doğru orantılıdır. Herkes tarafından kabul edilmelidir ki Türkiye Rumları neden kabul etmemiştir diyenlere, bu durum Rumların terslenmesiyle alakalı değil, anlayana. GKRK, depremi kullanarak Türkiye tarafından hüsnükabul göreceğini daha sonra kullanmak üzere dünya kamuoyuna göstermeye kalkışmıştır. Hepsi bu. Densiz Dendias’ın pişkin bir şekilde “İlişkileri düzeltmek için depreme mi gerek vardı” sözü de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Allah’a hamdolsun, Türkiye yaşadığı tarifi imkânsız acıya karşı devletiyle ve milletiyle dimdik ayaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri bir yandan depremzedelere yardım ederken diğer yandan da sınır ötesindeki teröristlere de göz açtırmamaktadır. Bu cümleden olmak üzere, İstiklal Caddesi’ndeki terör saldırısının planlayıcısı olduğu tespit edilen PKK/YPG’li Halil Menci, Kuzey Suriye’de MİT’in nokta operasyonu ile etkisiz hâle getirilmiştir. (5)
Sözün kısası, Türkiye büyük bir felaket yaşadı diye haklı talepleri karşılanmadan tavrını değiştirmesini hiç kimse beklememelidir.
O zaman şu soruyu soralım kendimize, ‘Türkiye bu depremin yıkıntılarından tek başına kurtulabilir mi?’ Ben inanıyorum, Türkiye’den başka hiçbir ülke böyle bir yıkımın altından tek başına kalkamaz, Türkiye ise çok zor ama kalkabilir. Kalkabilmesinin anahtarı da Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerinde gizlidir. Hasta yatağında iken Türkiye Cumhuriyeti’nin üç yıllık Sanayi Programı’nı sunan Celal Bayar’a olması gerekeni aşağıdaki biçimde ifade etmiştir:
“İzahatın arasında falan işi yapıyoruz diye tekrarladın, şu şekilde düşünüyoruz, böyle yapacağız diyorsun. Ama mali ciheti temin olunmadıktan sonra bunlar plan program olmuş ne çıkar! Kâğıt üzerinde kalır” dedi ve devam etti,
“Bak size vaziyetimiz nedir söyleyeyim: Memleketin menabi-i kuvasını (güç kaynakları) seferber edeceksiniz. Bunun manası nedir? Devletçilik midir? Memleketin menabi-i kuvasını, şahısları, manevi şahsiyetleri haiz olanları, her şeyi… Bunu yapacaksınız, vakit kazanacağız.” (3)
Bunlar ulu önder Atatürk’ün bu dünyada ettiği son sözleridir. Evet sevgili okurlar, daha yasımızı bile yaşayamadan birbirimizle didişip durmak yerine; coğrafi, demografik, siyasi, askeri, ekonomik, psikososyal, sosyokültürel, bilimsel ve teknolojik güçler olarak tanımlanan milli güç unsurlarımızı bütünleşik hâle getirmek zorundayız. Yoksa mahut köşelerinde felaket duyurularını oraya buraya asan felaket tellallarının manifestosu gibi önce bölünür, sonra yıkılır gideriz. Benden söylemesi, haberiniz olsun.
Dipnotlar:
(1) Haydar Oruç, “Deprem Fırsatçılığı”, Diriliş Postası, 25 Şubat 2023, s.6
(2) Ahmet Kabaklı, İnsan ve Dünyası, İstanbul, 1.B., 2018, s.17; Tercüman Gazetesi, 13 Eylül 1985
(3) Celâl Bayar, Devler Konuşuyor, İstanbul, TEDEV, 4.B., 2018, s.38
(4) Mevlût Tezel, “Depremi ABD Gemisi mi Tetikledi?”, Günaydın Gazetesi, 23 Şubat 2023, s.3
(5) İsmail Yaşa, “Afet Diplomasisi”, Diriliş Postası, 25 Şubat 2023, s.11