Tuğba EROĞLU'nun 10 Ağustos 2023 tarihli yazısı: Dicle'nin Kundağında

Türkiye’nin tüm bölgelerinde kültürel kimliğin bir parçası olarak kabul edilen çocuk sahibi olma ve çocuk yetiştirme süreci çeşitli gelenek, görenek ve inançları da beraberinde taşımaktadır. Bununla beraber Türkiye’nin çeşitli kültürüne ev sahipliği yapan Diyarbakır’ın, geçmişte uygulanmış ve bazılarının da halen uygulanmakta olduğu doğum öncesi, doğum ve doğum sonrası çocuk yetiştirmeye ilişkin gelenek, görenek ve inançları ise oldukça farklıdır. 

Kültür kavramı bir birliği ve bütünlüğü işaret etmektedir. Milletleri tanımlayan ise bu birlik ve bütünlüktür. Toplumların kendilerine özgü yaşam biçimleri, gelenek ve görenekleri, yaşam felsefeleri ve inançları o toplumdaki insanları bir arada tutan unsurlardır. Her toplum ve kültür, bebek ve çocuk yetiştirilmesi ve eğitimi konusunda fiziksel ve psikolojik yöntemler geliştirmiştir. Böylece her toplum, bebek ve çocuklarının bakımlarını gerçekleştirip onların kendi toplumlarının bir parçası olmalarını sağlamaktadır.  Bir çocuğu nasıl bir çevre ve nasıl bir ana babanın yani kültürel ortamın yetiştirip biçimlendireceğini çocuğun içinde doğduğu kültür tayin etmektedir. O’na göre, anne çocuk ilişkisindeki kültürel kalıplar, köy ve kent toplumunda farklılıklar göstererek canlılıklarını sürdürmekte ve ağırlıklarını korumaktadırlar.

Hayatın başladığı ve son nefesle bittiği anı takip eden zamanlar, dinlere ve kültürlere göre değişen bir dizi ritüelle toplumsal anlamını yaratıyor. Diyarbakır gibi tarih boyunca farklı kimliklerin kesiştiği coğrafyalar bu farklı geleneklerin birbirine deyişini hatta etkileyişini görme olasılığı tanıyor. Diyarbakır’da doğumlar ebenin muayenesine göre zorluk derecesine göre hastane ya da evde yapılma kararı ile ilerler. Yine doğum kolay olsun diye eşinin ayakkabısından kendisine su içirtilir. Yine hamile kadına sancı sırasında elma ısırtılır ve bu elma kısır bir kadına yedirilirse o kadının anne olabileceği hedeflenir. Çocuğu olmayan kadın, Müslüman olmayan birinin mezarından üç defa atlatılır ve hamile kalacağına inanılır. Doğumdan sonra bebeğin ilk ağlama sesiyle yakınları sevinçle odaya dolar ve kesilen göbek bağının üzerine bahşiş atarlar, atılan bahşiş bebeğin cinsiyetine göre değişiklik gösterir. Çocuk kız ise evcimen ve becerikli olsun diye göbek bağı dikiş makinesi veya çeyiz sandığına, bebek erkekte ise göbek bağı camiye saklanır. Bebeğin ilk banyosu ebe tarafından yaptırılır ve kundak takımıyla sıkı sıkı sarılır ki bir yeri eğri büğrü olmasın istenilir. Bebeğin başına ‘’sübara’’denilen bir başlık takılır bununla da alnının çıkık olmaması sağlanır. Anneye doğumdan sonra ilk olarak pekmezli bulamaç yedirilir ve ‘’Bulamaç bulamaç ağzım dolu karnım aç’’tekerlemesi üç defa tekrarlatılır. Yine anneye mavi sabahlık ve başlık giydirilir ve nazardan korunacağına inanılır. Doğum sonrası baba odaya ilk girdiğinde babaanne onu kucağında bebeği tartarcasına tutarak karşılar ve üç defa ‘’Sen mi daha ağırsın bebek mi?’’sorusunu tekrarlar. Baba ise yine üç defa ‘’Bebek daha ağırdır.’’ diye üç defa tekrarlar ve bebeğin alnından öper. Bebeğe üç ezan vakti bir şey verilmez, büyükbaba ya da amca tarafından üç ezan vakti sonrasında kulağına ezan ve ismi okunur. Ardından bebeğe bir kaşık bal yedirilir ki tatlı dilli olması hedeflenir.

Doğumun yedinci gününde yedi gece ritüeli yapılır. Kadınlar kendi aralarında darbuka, tef çalar ve eğlenirler. Maddi durumu iyi olan aile, geceyi yemekli düzenler. Yöresel daha çok etli yemekler kazanlardadır ayrıca zenginlik göstergesi olan akide şekerleri de tepsilerde yerini özenle süslenmiş halde almıştır. Yine kırk çıkarma ritüeli de her ne kadar kırkıncı gün denilse de tek sayı olan 39 ve 41. günlerde yapılmaktadır. Lohusa kadının bu kırk günde mezarının açık olduğuna inanılır. Dişi cin/yaratık genelde su kenarlarında yaşadığı ve kesici aletlerden korktuğuna inanıldığı için yastık altına makas, bıçak bırakılır ve annenin yakasına, bebeğin kundağına çengelli iğne takılması ise olmazsa olmazlardandır. Kırk çıkarma töreninde genellikle hacdan getirilmiş ’’kırk tası‘’ kullanılır. İçerisine kırk dişli fildişi, tarak, doksan dokuzlu tespih, gül yaprağı, kırk küçük taş ve metal para konulup karıştırılan su ile bebek ve anne yıkanır. Kalan su ile bebeğin odasına su sıçratılarak üç defa ‘’Birler, üçler, yediler, kırklar şahidim olsun ki bebeğin kırkı çıktı’’ sözü ile ritüel son bulur.

Son olarak bebeğin ilk tırnağı da kırk çıkarma ritüelinden hemen sonra kesilir. Kesilmeden önce bebeğin sağ eli babasının sağ cebine daldırılır, bebeğin eline gelen para ‘’tırnak sadakası’’olarak fakirlere dağıtılır.

Bu ritüeller geçmiş ile gelecek arasında bir köprü iken, Dicle’nin etrafında nice bebekler yaşama tutunuyor. Önemli olan yaşamla ölüm arasında var olan o ince çizgiyi fark edebilmektir.