Prof. Dr. Esat ARSLAN'ın 5 Şubat 2024 tarihli yazısı: İran'ın ''Ahund Yönetimi''

Sıkça işitirsiniz, İran’da 1979 yılında Şah rejiminin devrilmesinden sonra büyük bir halk desteği ile iktidara gelen İslam devriminin halk arasındaki “Mollalar ya da Ahund rejimi” deyişini. Bu arada hemen söyleyelim, “Acem halkı” arasında daha çok “Ahund rejimi” sözcüğü kullanılır. Malum Farsça “Ahund” sözcüğü, İran’da din adamlarına verilen ammî halk ağzındaki unvanlarıdır. Öte yandan “Ahund rejimi”nin saygın adı ise “Mollalar rejimi”dir, ama sıkça kullanıldığı gibi Ayetullahlar rejimi değildir. Yanlıştır.

İran’ın “Ahund yönetimi”nin iki ayırıcı özelliğinden birincisi, Pers devlet geleneğinden gelen “stratejik sabrı”; ikincisi de bölgede çoğunlukla kendisinin manipüle ettiği krizlerden beslenerek rejim ihraç etmesi gerçeğidir. Bu ikincisi, İran İslam Cumhuriyeti’nin anayasasında bile yer almış olmasıdır. Allah’ın simgesi anlamındaki “Ayetullah”; bütün sistemin, denetimin, denetim kurumunun başıdır. Devlet, iki başkentten yönetilir; birincisi, uhrevi başkent “Kum” kenti; ikincisi, dünyevi başkent “Tahran”. Uhrevi başkent tarafından yerine getirilen denetim erki, en küçük idari birime kadar ülkeyi örgün bir ağ gibi kuşatan “Cuma İmamları” tarafından yerine getirilir. Oryantalist bakış açısı ile “teokrasi yönetimi”dir demek, kolaycılıktır. Batı paradigmasından İran’a ve İran yönetimine bakmak demektir. Yani meseleyi tabiri caizse hiç anlamamak, doğru bir ifadeyle bilmemek demektir. Toparlayalım; “uhreviyat”ın görevi, dünyevi erkin hesap vermesinin örgütlendirilmesidir. Sistemin en can alıcı noktası da budur zaten. Adam kayırmacılığının, nepotizmin, yoksunluğun, yolsuzluğun panzeridir. Hemen hemen her kademede halka hesap vermek, hesap vermemekten kaçınmak, sistemin olmazsa olmazıdır. Zorunluluktur. Kum kentindeki din şeriatı bilginlerinden oluşan, sistemin bir anlamda velileri ‘Velayet-i Fakih’ten en küçük idari birime kadar cuma namazını kıldıran imamlara uzanan ve içine alan bir örgün sistemin adıdır. Bu bir anlamda Batı demokrasilerinin olmazsa olmazı “check & balance sistemi”dir. Sözcük anlamı olarak “check” yani “denetim mekanizması”, yumuşak kuvvetler ayrılığının; “balance” olarak “denge mekanizması” ise sert kuvvetler ayrılığının ürünüdür. Yapanın yanına kâr kalmadığı hesap verme mecburiyetidir, şeffaflıktır ve güçler dengesidir. Batı demokrasisindeki "denge" ifadesi; terazinin bir kefesinde yasama erkinin, diğer kefesinde ise yürütme/hükûmet/başkanlık erkinin bulunmasını ve bu iki erke; birbirlerinin kuvvet alanına girmeksizin, birbirlerini denetlemeksizin, birbirlerinin anayasal kuvvetlerini dengeleyebilecekleri anayasal yetkiler verilmesini ifade eder.

Bu sistemin İranî versiyonu ise yasama, yürütme ve yargıdan oluşan dünyevi yönetim üçlemesinin üzerindeki uhrevi bir nevi Demokles’in kılıcıdır. Halkın ihtiyaçlarına göre yasaları yapan meclis; Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında bakanlıklardan oluşan hükûmet, bürokrasi ve silahlı kuvvetler teşkilatı ile yargı üçlemesini denetleyen bir sistemin adıdır. Anayasa ve kanunlar ama her şeyden önemlisi her birey, vatandaş önünde o kişiden aldığı onaya dayanarak yaptığı her adımın söz verdiği istikamette olduğunu kanıtlama zorunluluğunun denetlendiği bir sistemdir, “Ahund rejimi.” Olması gereken “kimsesizlerin kimsesi”nin arkasında olmak, vatandaşı korumak ve kollamak, mollalar rejiminin birincil görevidir. Bilindiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün de önemle belirttiği gibi, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.” Ama gelin görün ki İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki felsefi amacın da bu olması gerekirken 1979 yılından günümüze 45 yılda sistem mollalar hâkimiyetine evrilmiştir. İran’daki uhrevi Ahund rejimi, her ne pahasına olursa olsun, devam etmelidir. Öte yandan genel bir çerçeve içerisinde bakıldığında kurumların halka değil, birbirlerine hesap vermesi ve birbirlerini denetlemesi gerekirken mukayeseli üstünlükte Ahund rejimi hesap vermemeye doğru evrilmiş, zirvede eleştirilemez konumunu almıştır. Öyle bir ekonomik sistem olarak Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlükler kuramını falan aklınızdan geçirmeyin, ondan tabii ki eser bile yoktur.

Şimdi gelelim günümüz konjonktürüne. İran’daki Ahund rejiminin layüselliği, ben yaptım oldu tavrının bir şekilde dizginlenip dizginlenemeyeceği meselesine. Layüsellik hesap sorulamayan sorumluluk almayan, sorumluluktan kaçan ve sorumsuz varlık anlamına gelir. Peki bu güç dizginlenebilir mi? Geçtiğimiz birkaç hafta boyunca üst düzey Beyaz Saray yetkilileri, radikal milislerin yıkıcı davranışlarını frenlemek amacıyla Çin hükûmetine, Husilerin ana jeopolitik sponsoru olan İran İslam Cumhuriyeti'ne müdahale etmesi için defalarca çağrıda bulunmuştur. Hatta ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı, konuyu gündeme getirmek için geçtiğimiz hafta sonu Tayland'da Çin Dışişleri Bakanı ile bir araya gelmiştir. Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby, konuyu, "Çin'in Tahran üzerinde etkisi var... Ve onların, bizim yapamayacağımız şekilde konuşma yapma yetenekleri var" şeklinde dillendirmiştir. Kirby, daha da açık bir biçimde Pekin yönetiminin bu etkiyi "Husilere silah ve mühimmat akışını durdurmaya yardımcı olmak" için kullanmasını istediğini de açıkça belirtmiştir.

Çin'in, İran'ın davranışını biçimlendirme yeteneği, çoğu kişinin düşündüğünden daha kapsamlıdır.  Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) şu anda İran İslam Cumhuriyeti'nin en büyük ticaret ortağıdır ve toplam İran ticaretinin yaklaşık yüzde 25'ini oluşturmaktadır. Aynı zamanda ÇHC, İran'ın en büyük petrol müşterisidir ve İran'ın petrol üretiminin arttığı bir dönemde geçen yıl günde ortalama bir milyon varilden fazla ithalat gerçekleştirmiştir. (1) Kuşkusuz, Pekin'in nüfuzu sadece ekonomik değil, aynı zamanda Çin'in liderleri Tahran üzerinde önemli siyasi ve stratejik nüfuza sahiplerdir.

Malum 2021 yılında Pekin ve Tahran, çeyrek asır sürecek bir zaman diliminde 400 milyar ABD dolarlık geniş bir çerçeve anlaşması imzalamışlardır. Trump yönetiminin "azami baskı" politikasının olumsuz etkilerini hafifletmek için tasarlanan bu düzenleme, ÇHC'ye İran limanlarına erişim, İran'ın telekomünikasyon ağının geliştirilmesi, altyapı inşaatı ve ulaşım projeleri gibi konularda ilk hamle avantajını da sağlamıştır. Doğal olarak bu anlaşmanın getirisi aynı zamanda iki ülke orduları arasında daha yakın eşgüdümün da temelini oluşturmuştur.

Üç yıl geçmesine karşın anlaşmanın daha çok kâğıt üzerinde kalmasının nedeni kısmen Biden yönetiminin İran'a yönelik daha uzlaşmacı yaklaşımının İran ekonomisini önemli ölçüde güçlendirmesidir.  ABD yönetiminin bunu bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yapmasının sebebi, İran’ın Orta Doğu’daki ABD-İsrail ortaklığına karşı ''direniş ekseni''ni örgütlendirme becerisidir. Yapılması gereken ise “direniş ekseni”nin güdülenme keyfiyetidir. Diğer bir deyişle Biden yönetiminin direniş eksenini İran vasıtasıyla denetim altında tutmayı yeğlemesinin, bir stratejik ön kabul olarak görülmesidir. Oysa İran’ın stratejisi devamlı değişkenlik göstermektedir. Örneğin İran, “Irak milliyetçiliğini ve direniş ruhunu” çağrıştıran isimler altında yeni milis grupları örgütlemesini sürdürmektedir.  Zira İran, Irak’ta yükselen muhalif Şii kuşağı bastırmak için öldürmeye varacak seviyede güç kullanan milis yapılanmaların Irak halkı nezdinde imaj kaybına uğradığını bilmektedir. Ayrıca İran, desteklediği yapılanmaları ABD’nin misilleme saldırılarından korumayı da bir amaç olarak belirlemiştir. Bu doğrultuda Ketaib Hizbullah gibi devrim muhafızlarıyla bağlantısı bilinen örgütler yerine, yeni milis grupların ABD’ye yapılan saldırıları üstlenmesi planlanmıştır. İki ABD askerinin ölümüyle sonuçlanan ve Ketaib Hizbullah operasyonlarının izini taşıyan Taci askeri üssü saldırısını Usbet us-Sairin isimli “yeni” bir milis grubun üstlenmesi bunun en bariz örneğidir. Arapçada “Devrimciler Birliği” anlamına gelen Usbet us-Sairin örgütüne “direnişçi hücre” süsü verilerek Iraklıların ABD’ye karşı ayaklandığı imajı oluşturulmak istenmiştir. (2)

Öte yandan İran tarafından Pekin stratejik bir cankurtaran simidi gibi konumlandırılmıştır. Bu nedenle Ahund rejimi ısrarla ÇHC'nin ülkelerindeki payını daha da derinleştirmesini sağlamaya çalışmış, Pekin'in Tahran üzerinde hatırı sayılır bir nüfuz sahibi olmasına olanak sağlamıştır. Ancak ABD’nin kapalı kapılar arkasından etkisi nedeniyle bu dengeleme politikası içerisinde Çin liderleri bunu kullanmaya istekli olduklarını açıkça gösterememiştir. Hatta daha da ileri gidilerek Çinli yetkililerin, İranlı mevkidaşlarından Yemen’deki Husi faaliyetlerini durdurmaya çağırmasına karşın Pekin'in Tahran üzerindeki yüzeysel istemi etkili olamamıştır. Bakıldığında, ÇHC yalnızca kendi ekonomik çıkarlarını korumakla ilgileniyor şeklinde görüntüsü ötesinde ve bölgede istikrarı sağlamak için herhangi bir kararlı adım atmaya hazır olduğuna dair hiçbir işaret vermemektedir.

 Eğri oturup doğru konuşulduğunda ise Biden yönetiminin umduğunun aksine Tahran'ı ya da alandaki vekil güçlerini dizginlemenin Pekin'in çıkarına olmadığı görülmektedir. Tam tersine gerek İran İslam Cumhuriyeti'nin gerekse alandaki vekil güçlerinin giderek saldırganlaşan bölgesel profili ÇHC'ye derinden fayda sağladığı da müşahede edilmektedir. Bilinen bir gerçektir ki ÇHC yıllardır, Orta Doğu devletlerini ABD liderliğindeki yerleşik bölgesel düzenin cazip bir alternatif sunabileceğine ikna etmeye çalışmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle bölgedeki ABD varlığının yegâne karşıt seçeneği bizzat ÇHC’dir. Bunu gösteren en bariz emareleri ise şöylece özetlenebilir: Geçen bahardan bu yana yapmış olduğu diplomatik girişimlerle örneğin Suudi Arabistan ve İran arasında yumuşamaya aracılık etmesi koşutunda ortaya konulan "Orta Doğu İçin Yeni Güvenlik Mimarisi" bunun en tipik göstergesidir.

İran İslam Cumhuriyeti’nin örtülü, direniş ekseninin doğrudan ABD’ye yönelik Ürdün-Suriye sınırına yakın Kule 22 ABD üssüne düzenlenen ve üç Amerikan askerinin ölümüyle sonuçlanan insansız hava aracı saldırısının hedefi Biden yönetiminin Orta Doğu politikasının iflası ve ABD'nin caydırıcılığının zayıflığını ortaya çıkarmaya matuf olduğu görülmektedir. Bu durum potansiyel bir alternatif olarak Çin'in artan çekiciliğinin vurgulanmasına da yardımcı olmasının yanında doğal olarak Pekin'in jeopolitik yararına yansıdığı da görülmektedir.

Şimdi mesele gerçekten de Tahran yönetiminin ısrarla dillendirdiği gibi, büyük ölçüde İran Devrim Muhafızları tarafından yönetilen “direniş ekseni”nin, Ahund rejiminin denetiminin dışında bir başına vermiş olduğu kararlarla yönetilip yönetilmediğidir. Bu durumun doğruluğu sorgulandığında, Tahran’daki Ahund rejiminin meşruiyetini de tartışmalı hâle getirmektedir. Öte yandan hiç kuşku duyulmamalıdır ki, ABD’nin de bölgede genişletilmiş bir askeri çatışmaya girmektense ana stratejisinin “başarılı geri çekilme” stratejisinde düğümlendiğini göstermektedir, sevgili okurlar.

Dipnotlar:

(1) Ilan Berman “Don’t Count On China to Curb Iran - İran'ı dizginlemek için Çin'e güvenmeyin”, Newsweek Dergisi, 01Şubat 2024

(2) Irak Sahasında İran-ABD Gerilimi: Bir Askeri-Stratejik Değerlendirme

Hadi Atay, “Irak Sahasında İran-ABD Gerilimi: Bir Askeri-Stratejik Değerlendirme”, İRAM Araştırma Merkezi, 10/04/2020