R. Bülend KIRMACI'nın 21 Aralık 2023 tarihli yazısı: Kıbrıs Oyuncak Değildir!

Yaklaşık yarım asır önce, adadaki mazisi en az 500 yıllık olan Kıbrıs Türk halkına bağımsızlığı getiren Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdik. O günden bu güne bir-iki münferit olay dışında adada tek bir silah patlamadı. Tezimiz, iki toplumlu, iki devleti bir düzendir; işe yarar olduğu da Balkanlar’da, eski Doğu Bloku ülkelerinin yapılanmasında kanıtlanmış, dahası bugün Filistin-İsrail meselesinde bile atıfta bulunulmuş bir tezdir; işlevseldir, gerçekçidir.

Aradan geçen yıllarda adanın 1974 öncesindeki hâline dönmesi sözüm ona “birleştirici” çağrılar ambalajında dillendirilmiş ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla dünya gündeminden düşürülmemiştir. Oysa 74 yılından bu yana değişmeyen olgular; Rumların “Her şey bizimdir” diyen maksimalist yaklaşımları ile tümleşen ve adadaki Türkleri “eşit bir toplum” olarak görmeyen skolastik Atlantik siyasetidir. Tüm bu zorluklara karşılık Türkiye ve KKTC yine de bir federasyon kuramını tartışmaya kapatmamış ancak masaya her oturulduğunda Türk tarafı malum ön yargılarla karşılaşmıştır.

Bağımsız ve egemen bir devlet olan KKTC’nin üzerindeki basıncın, Rumların tek taraflı Avrupa Birliği’ne alınmasıyla arttığı ve bu gelişmeden cüret alan Rum-Yunan ve yandaşlarının KKTC’deki iç siyasete bile etkilemeye çalıştıkları bir vakıadır. Gerçekten Annan Planı bağlamında medyasıyla, uluslararası tekelleriyle, AB fonlarıyla Kıbrıs Türkü “etkilenmeye” çalışılmış, bir ölçüde bu başarılmış ve ancak Rumların kaprisi sonrası bu meşum plan reddedilmişti.

Kuşkusuz bu gelişmelerde zamanın Türkiye hükûmetinin kimi ihmal ve yanılgıları müessir olmuştu.

O günden bu güne gerek Kıta Avrupa’sında gerek dünya genelinde artan dini fanatizm ve yabancılaşma nedeniyle Rum-Yunan lobisinin Kıbrıs konusunda daha sekter ve gerici yöntemleri devreye alması haklı bir kuşkunun ifadesidir. Tıpkı Akritas Planı’nda olduğu gibi, tıpkı ENOSİS’in baş kuramcısının kilise olduğu gibi, günümüzde de Rumlar, Batı’yla dinsel müşterekliklerini kullanarak ve özellikle söylemlerini radikal dincilikle de besleyerek Kıbrıs konusunda güç toplamaya çalışmaktadır. Buna zemin hazırlayan temel unsur, Batı’da kimi çevrelerin Rum-Yunan’ı kendi “uygarlıklarının” anası saymaları ve Kıbrıs konusuna âdeta “Othello Sendromu” ile yaklaşmalarıdır. Onların romantik dincilik, yer ve zaman ırkçılıkla birleşmiş haçlı ruhlarının ne adada ne de dünya çapında gerçek bir demokrasi ve hakça bir iktisadi işleyişle uzaktan yakından ilgisi olmadığıysa çok açıktır.

Tekrar edelim, Akdeniz’deki bu stratejik ada, en az 500 yıllık Türk yerleşimidir ve uygarlığımızın bir parçasıdır. Kaldı ki ben sıkça bir Kıbrıs Türk uygarlığından da söz etmeye çalışırım. Kültürüyle, folkloruyla, edebiyatıyla, mimarisiyle, antik eserleriyle ve toplumsal dayanışmasıyla Kıbrıs Türk uygarlığı, büyük uygarlığımızın çok değerli bir bileşeni ve dünyamız açısından da bir değerdir.

Ve de evet, Türkiye’nin getirdiği barış, bazılarının Orta Doğu’ya ‘götürdüğü’ ‘barışa’ benzemez! 

Bizim 74’te adada tesis ettiğimiz sükûndan daha insancıl bir çözüm, 21. yy itibarıyla henüz keşfedilmemiştir. 

Ordularımız ENOSİS’i yenmiş; TBMM, Yunan cuntasını devirmiştir.

Yeryüzünde KKTC ve Türkiye kadar güvenliği birbirine bağlı çok az iki kara parçası (iki coğrafya) bulunmaktadır.

Tüm bunlara karşılık geride bıraktığımız yarım asırdır Kıbrıs Türk halkı hak etmediği bir ambargo ile karşı karşıyadır. Gerek bu durum gerek Avrupa Birliği’ne “giriş rüyası”, bir dönem kimilerini etkilemiş olsa da Kıbrıs Türkü için özgürlük içinde kalkınma, bağımsızlık içinde Rumlar dâhil diğer toplumlarla eşitlikçi ilişki kurma esastır.

Kıbrıs Türkü’nün haklı davasını dünyaya anlatacak iki büyük dayanak vardır: Bunlardan birincisi, büyük Atatürk’ün “yurtta ve yerkürede barış” diyen ve bu sözlerinin içini dolduran düşünüş tarzı; ikincisi, Akdeniz’den insanlığa çağrının barışçıl sesi Rauf R. Denktaş’ın ömür emekleri boyunca yaptıkları, yazdıkları ve öğütleridir.

KKTC’nin üniversiteleri, turizmi kadar sanayisi ve enerjisiyle de anılmaya başlanması gerekmektedir. O arada “Mavi Vatan” kavramının da etkisiyle, Türkiye’nin Akdeniz’deki iktisadi haklarımıza sahip çıkma kararlığını sürdürmesi elzemdir. Adanın çevresi doğal gaz yataklarıyla yüklüce bir enerjiye sahiptir ve karasularına sahip çıkılması itibarıyla elde edilecek refahtan Kıbrıs Türkleri de nasiplenmelidir.

Son yıllarda Libya başta kimi devletlerle akdettiğimiz Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarının da gerek KKTC gerek Türkiye için her açıdan önemi büyüktür.

O arada Türkiye, dış siyasette konvansiyonel ilişkilerini dengeleyen (İpek Yolu) yeni adımları da değerlendirmelidir.

Tez elden, her kıtadan birer devletin KKTC’yi tanıması seferberliği başlatılmalıdır.

Nihayet adalarımızın ‘durumuna’ rezervle ve de araya emperyalizm girmese yine de iki halkın dostluğuna inanırım. Fakat bu dostluk sürdürülebilir, bu barış kalıcı olmalı; bunun için de her iki toplumun, iki halklı, iki devletli, iş birliği içinde iki yönetimli yaşayışı güvence altında olmalıdır. Bu gerçeklikten sapacak hiçbir davranış, tutum, tavır, tasarım, tasarı kabul edilemez; Kıbrıs kimsenin kucağına teslim olamaz, kimsenin de oyuncağı veya av alanı değildir. KKTC -ve artık bence KTC (Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) olarak- sonsuza kadar bağımsız ve özgür, refah ve demokrasi içinde yaşamalıdır, yaşayacaktır.

Bu ulusal davadaki şehitlerimize, Kıbrıslı Mücahitlere ve soydaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum.