Mehmet KÜÇÜKEKEN'in 8 Nisan 2025 tarihli yazısı: Bir Astsubayın Yaşanmamış Hikayesi
Vaktin birinde, çok eski olmasa da dün kadar yakın bir tarihte, Anadolu’da yiğidin harman olduğu coğrafyanın tam yüreğinde, dağların yamaçlarına yaslanmış, rüzgarın türküler fısıldadığı bir kasabada bir genç yaşardı. Adı Yiğit’ti. Yiğit, gözlerinde vatan aşkıyla yanan bir ateş, kalbinde ise bir sevda çiçeği taşıyan adı gibi yiğit bir delikanlıydı. Sevdiği kız, kasabanın en güzel gülü Nazlı’ydı. Nazlı’nın gözleri geceyi kıskandıran bir zeytin siyahı, saçları dalga dalga esen bahar yeli gibiydi. İki gençte aynı okullarda okumuşlar, küçüklükten beri aynı yollardan yürümüşler, kasabanın aynı havasını solumuşlardı ta ki o güne kadar.
Yiğit, o sene girdiği askeri öğrenci sınavını kazanıp gitmiş, bir süre zorlu bir eğitim gördükten sonra da Astsubay olmuştu. İçindeki vatan aşkı, ilk atamasıyla onu geçit vermez karlı dağların olduğu sınırdaki bir köy karakoluna götürmüştü. Güneşin yıl boyu ‘’merhaba!’’ bile demediği karla kaplı dağlar arasında kimsenin gidip gelmediği, haritada bile nokta ile gösterilmeyen uzak diyar.
Vatanın her karış toprağı kutsaldı ve nöbet, gece gündüz demez, aşk bekler görev beklemezdi. Birkaç yıl Nazlı’ya olan yüreğindeki sevgiyi içinde her gün büyüyen hasretine gömerek yaşadı uzaklarda. İlk izninde de soluğu doğup, büyüdüğü memleketinde aldı. Memleket deyip geçmeyin; içinde sevdiği kız Nazlı var.
Üzerinde gururla taşıdığı üniformanın yanında, onurlu bir mesleği ve tüm kalbini kaplayan ve eksilmeyen bir sevgisi vardı; evlenmek ve sevdiği ile mutlu mesut bir ömür yaşamak için her şey hazırdı. Nazlı da Yiğit’in dört gözle dönmesini bekliyor; isteme, söz, nişan, düğün bir arada, bir an önce evlenip Yiğit’in görev yerlerini yurt belleyip, çeyizini orada sermek istiyordu.
Bu büyük sevdayı önceleri aileler bilse de sonradan tüm kasabalı öğrenmiş, onlar da kendi evlatlarını evlendirir gibi telaşlı ve heyecanlı bir şekilde bekliyorlardı mutlu son ile bitecek hikayeyi. Gönüllerde kıyılan bu nikahın kasabada yapılacak bir düğünle taçlanması ne güzel olurdu.
Öyle ki, Nazlı’nın babası da emekli bir astsubay olan Cahit Efendi’ydi. Yiğit, astsubay olduğunda kasabada en çok Cahit Bey sevinmişti hatta kahvede herkese çay bile ısmarlamıştı. Cahit Bey’in eşi de Yiğit’i bebekliğinden beri çok severdi.
Cahit Bey, vaktiyle sınır tellerinin gölgesinde, karlı dağların zirvesinde, çöldeki kum fırtınalarında ömrünü vatana adamış, göğsünde madalyalar, yüreğinde ise yaşanmışlıkların ağır izlerini taşıyan şimdi ise emekli olmuş kahraman bir asker, efsane bir komutandı.
Yiğit’in gelişi ile kasabada ayrı bir telaş olmuş, düğün hazırlıkları evvelden başlamış, neşe herkesin yüzüne yansımıştı. Ama gelenek ve görenekleri de ihmal etmemek gerekir, her şeyin bir yolu yordamı, kendince bir usulü var. Kız istemek kolay mı? Hediyesi, çiçeği, kıyafeti, hangi gün, saat kaçta, kimler gidecek, ayrıca kim isteyecek? Çikolata açılıp, ikram edilecek mi? Tuzlu kahve ikramı olacak mı?
Kız tarafında da oğlan tarafında da hazırlıklar tamam.
O gün Yiğit, sevgisini, heyecanını, cesaretini yanına alıp, elinde çikolata ve çiçek yanında annesi, babası, imam ve kaymakam ile eşi olduğu halde Nazlı kızımızı istemek için Cahit Efendi’nin kapısına yürüyerek vardılar. Elinde bir demet kır çiçeği, dilinde ise içten bir selamla içeri adım attı. Cahit Efendi, misafirleri buyur etti başköşeye, kendi de Yiğit’in tam karşısında olacak şekilde oturdu kanepeye ve Yiğit’i inceden inceye tepeden tırnağa süzdü. Gözlerinde hem sevgiyle dolu tanıdıklık hem de gizem dolu alaylı bir sınama vardı.
Yiğit gözünü Nazlı’dan, Nazlı ve Cahit Bey’de Yiğit’ten alamıyordu. Kadınlar ise kendi aralarında kısık sesle iletişim halindeler. Çaylar, kahveler, sohbetler, çikolatalar derken, Kaymakam usulca söze başladı:
“Cahit Bey, Allah’ın izni, peygamberin kavli ile kızımız Nazlı’yı oğlumuz Yiğit’e istiyoruz!’’ dedi.
Cahit Efendi, kahve fincanını masaya koydu, kaşlarını hafiften çattı, derin bir nefes aldı. Nazlı‘yı yanına çağırdı. Sesi, yılların yorgunluğuyla ağırlaşmıştı ama yüreğindekiler dimdik bir sunuşla döküldü dilinden:
“Yiğit evladım, senin gözlerindeki kor ateşi görüyorum. Ama bilmez misin, astsubaylık bir sevda kadar güzel, bir o kadar da çetin bir yoldur. Sevda bir tarafta, astsubaylık bir tarafta!
Ben bu yolda ömrümü verdim, şimdi sana anlatayım da dinle. Biz astsubaylar, hudut telinin yanı başında yağmur, kar, çamur, gece, gündüz, kış, yaz demez nöbet tutarız, bayrağın gölgesinde uykusuz kalırız. Günlerce siperde, karakolda, çatışmada, pusuda, operasyonda olur, gece sahur yaparız uyumadan. Gündüz ikmallerde, tatbikatlarda, içtimalarda, pusularda, operasyonlarda terleriz sıcaktan, titreriz soğuktan. Tatil bilmeyiz, izin bilmeyiz, iftarı ezansız açarız. Tayinlerle diyar diyar gezeriz, gurbet türküleri dilimizden düşmez. Karacısı, havacısı, denizcisi, jandarması hepsi ayrı ayrı fedakarlıklar, ayrı ayrı kahramanlıklar içerir, astsubayların yaptıklarını anlatmaya saatler, haftalar, yıllar yetmez.
Doğum günleri kutlanmaz bizim evlerde, pastaların üzerindeki mumlar üflenmez. Kırk yıllık komşularımız yoktur, tapusu bize ait evimiz de yoktur; kırk ildeki evlerin tek talipli kiracılarıyız. Eşyalarımız yıpranmıştır, ya kırık döküktür ya da tayin yolunda kamyonlarda kaybolur. Ya da bir depoda mahpus. Eş bir yerde, diğer eş görevde, çocuklar anneannede, babaannede. Gittiğin dağ başlarında, çöl ortalarında lojman da yoktur aile hayatı yaşabileceğin, varsa da sana düşmez zaten tahsiste. Araban olur; kapı önünde bekler, nöbet bekler gibi; ya sen yoksundur kullanacak ya deposunda benzin. Hafta sonları arabanın tozunu alırsın, vergisi gelir. Vergisini yatırırsın bakımı. Bakımını yaptırırsın muayenesi. Muayenesini yaptırırsın tekeri, lastiği ve de trafik cezası. Aynı görevdeki astsubay gibi, bir görev bitmeden diğeri, bir diğeri daha, yetişemezsin…
Emekli olunca da hayallerin bankamatikten markete kadardır, düşlediğin tatil ise balkonda ve evinin bahçesinde biter. Yemeğini tencerede kaynatıp, kapağında yersin. Baklava, börek yerine yediğin soğan, ekmek ama helalinden. Büyük şehirlerde sadece emekli maaşınla barınamazsın iş yapmadan ya da çalışmadan. Torunlarını götüreceğin yer de, mahallenin ya da kasabanın parkıdır; iki salıncak, bir kaydırak.
Astsubay eşinin sırtındadır evin yükü, hasret nöbeti tutar her gün çocuklarına belli etmeden. Hem anne olur hem baba olur evlatlarına gece, gündüz, yaz, kış demeden. Aklının bir tarafında görevdeki eş, diğer tarafında çocuklar, diğer tarafında gurbetlik. Gözyaşlarını, göz pınarlarından değil gönül pınarından akıtır içine, kimseye belli etmez.
Gazi olursan onur madalyan bedenindedir, eksik uzvunu tamamlayan ise eşin olur. Şehit olursan, geride kalan eşin, seninle birlikte daha yaşarken ölür. Kahraman olursun, ismin anılır tüm birliklerde ama terfin, başarın, madalyan sana yansımaz. Eşinin hakkı da asla ödenmez.
Bu meslek, fedakarlıklarla, hak mahrumiyetiyle doludur evladım. Toplumda kahramanlıklarımız mesleki değerimiz görülmez nedense?
Dizilerde, filmlerde; yan rollerde, sıradan figüranlar olarak belki birkaç replikle görünürsün, kızılan, azarlanan, küçük düşürülen sahneler de yok değildir. Özlük haklarımız nedensiz ötelenir, tekaüte ayrılınca da emekli maaşımızla geçim derdi başlar. Daha ay başında, ayın sonunu yaşarsın; bu nasıl yaşamaksa?
Nazlı’yı böyle bir hayata mahkum edemem. O, daha iyisine layık değil mi sence de?”
Tüm salondakiler bir anda buz kesti. Kimse, bu sözlerin üzerine bir şey söyleyemedi. Sadece Kaymakam Bey’in yutkunma sesi duyuldu hafiften. Yiğit, Cahit Bey’in sözlerini dinlerken en başta gözlerini yere indirmişti zaten. Ama içindeki sevdanın kor ateşi sönmedi, aksine iyice harlandı. Başını kaldırdı, yüreğindeki hem sevdası hem vatan aşkıyla yanan kor ateşin gürleştirdiği sesiyle:
“Cahit Amca, astsubaylığın zorluklarını sizden iyi kimse bilemez. Ama ben bu yola ‘ölürsem şehit, kalırsam gazi’ diyerek ve Nazlı’ya olan sevdamı yüreğime koyarak çıktım. Astsubaylık, dağların yırtıcı kartalı, çöllerin kükreyen aslanı, denizlerin dinmeyen kasırgasıdır. Astsubay, vatan toprağının tapusu, bayrağın rengini aldığı kandır.
Bizler, özgürce alınan nefesiz, namusuz, şerefiz. Düşmanların korktuğu, mazlumların beklediği yiğitleriz. Ordunun bel kemiğiyiz, şanlı tarihimizi yazanlarız. Ben, Nazlı’yı bu zorluklara rağmen alacağım; çünkü astsubaylık, sadece bir meslek değil, bir ruhtur. Vatan için canını ortaya koyan bir yiğidin, sevdiği için de yüreğini ortaya koyması şerefidir.
Nazlı ile bu zorlu yolda birlikte yürüyeceğim, her tayinde el ele eşyaları taşıyacağım, her görevde ona gurbet türkülerini rüzgarların dilinden söyleyeceğim. Onu, yüreğimdeki bu büyük bitmez sevda ile koruyacağım, canımla vatanımı koruduğum gibi. Ben her şeyden vazgeçebilirim ama ben bu aşktan ve vatanımdan asla vazgeçmem!”
Cahit Bey’in, Kaymakamın ve orada bulunanların Yiğit’in sözlerini duydukça gözleri doldu. Hatta kaymakamın karısı elinde mendili hüngür hüngür ağladı.
Aslında Cahit Efendi’nin niyeti, Yiğit’i sınamaktı, bu durumu daha önceden Nazlı ile de paylaşmıştı. Nazlı’nın evlilik hakkındaki fikrini almış, evlilik onayını da eşi ile birlikte ailecek istişare edip çoktan vermişlerdi. Ama önce onun yüreğindeki ateşi, vatan sevgisini, sevdasına sadakatini görmek istemişti. İçinden “İşte bu, Astsubaylık Ruhu!” dedi. Ama yüzünde hala sert bir ifade vardı bıyık altından gülüşünü belli etmemeye de çalışsa.
Cahit Bey ayağa kalktı, Yiğit’e yaklaştı ve dedi ki:
“Peki Yiğit, madem bu kadar kararlısın, bir sözüm daha var. Gidin, kasabanın en yüksek dağına tırmanın. Orada büyük bir meşe ağacı vardır, dalları rüzgarla dans eder. O ağacın yanında büyük bir taş bulacaksınız, üstüne Nazlı’nın ve senin adınızı yazın. Eğer bu sevda gerçekten vatan kadar büyükse, o taş orada durdukça aşkınız da duracak.”
Yiğit, bir an duraksadı. Ama gözlerindeki kararlılık parladı. “Baş üstüne!” dedi ve hemen Nazlı’nın elinden tutup, yola koyulacak oldu.
Cahit Bey:
- Yiğit! Önce Kaymakam Bey yüzüklerinizi taksın, dua edilsin, şerbetler içilsin ondan sonra gidersiniz. Günler torbaya girmedi ya! dedi. Aklından da başka şeyleri geçirdi (Aslında torbaya girmeyen daha çok şeyler vardı: Özlük Hakları ve Tazminatlar gibi).
Ertesi gün, Nazlı ve Yiğit kasaba çıkışında buluşup, hemen yola revan oldular, el ele dere ve tepeleri aştılar, yüksek dağların yamacına zor patikalardan geçerek tırmandılar, rüzgarlarla yarıştılar, dikenli ve taşlı güzelgahları aştılar. Nihayet büyük meşe ağacının altına vardılar. Yiğit, cebinden çıkardığı bir çakı ile meşenin yanındaki Cahit Bey’in bahsettiği koca taşın yanına geldi, üstüne titreyen ellerle “Nazlı” sonra da ‘’Yiğit’’yazdı. Taşı, ağacın dibine doğru düzeltirken, gözüne silinmeye yüz tutmuş başka bir yazı çarptı. Nazlı ile taşı temizlediklerinde bir kalp içine kazınmış C ve M harflerini gördüler ve birbirlerine bakarak, bir süre öylece kaldılar. Cahit Bey ve eşinin yıllar önce taşa kazınmış isimleri değil miydi bu harfler?
Ve Yiğit ellerini kaldırıp, gökyüzüne bakarak gönülden dua etti: “Bu sevdamız, vatanımız gibi sonsuz olsun!”
Yiğit ve Nazlı döndüklerinde tekrar Cahit Efendi’nin yanına geldiler. Cahit Bey, gülümseyerek karşıladı onları. “Evlatlarım!” dedi, ikisini birden kucakladı.“Yiğitçiğim seni sınadım, ama sen sınanmayı değil, kazanmayı seçtin. Astsubaylık, böyle büyük ve sarsılmaz bir yürek ister. Nazlı ile yol arkadaşısınız bir ömür boyu. Ama unutma, bu yolda ona da vatan kadar değer vereceksin.”
O haftasonu kasabada dillere destan bir düğün kuruldu. Nazlı ile Yiğit’in nikahı, kasaba meydanındaki büyük çınar ağacının gölgesinde kıyıldı. Rüzgar, dallarını oynattı, kuşlar türkü söyledi. Düğüne, Kaymakamın yanı sıra Kasabanın Jandarma Komutanı Serhat Astsubay da askerleri ile beraber katılmıştı. Memleketin her köşesinden gelen askerlerin yöresel oyunları ve figürleri ayrı bir güzellik kattı. Düğüne gelenler, Yiğit ile Nazlı’nın sevdasını dillere destan etti.
Yıllar geçti, Yiğit ve Nazlı tayinlerle diyar diyar gezdiler, bazı dönemlerde ise Nazlı gurbette kaldı ve onun yolunu gözleri yaşlı bekledi. Ama o taş, meşe ağacının altında hep durdu. Ve bu masal, astsubayların vatan sevgisiyle yoğrulmuş sevdalarını anlatan bir efsane oldu; dillerden dillere, yürekten yüreğe yayıldı.
Astsubay camiasına, sevenlere, sevilenlere ve topluma bir armağan olarak, bu masal hep anlatıldı:
“Sevda, vatan gibi kutsaldır; ne dağlar, ne tayinler, ne zorluklar onu yıkabilir. Yiğit ile Nazlı’nın aşkı, astsubaylığın ruhuyla birleşip sonsuza dek yaşar.”
Bir astsubay gördüğünüzde dağların doruklarında, çöllerin ortasında, denizaltıda, hangarda, tankta, operasyonda, savaşta bilin ki; O, Yiğit’tir.
Nazlı nazlı dalgalanan Türk Bayrağını gördüğünüzde sınırda, dağların zirvelerinde, gemilerde, uçaklarda, binalarda, pencerelerde, balkonlarda; O da, Nazlı’dır.
Astsubay, Vatan’dır!...