Betül Gökçe AKGÖL'ün 23 Temmuz 2024 tarihli yazısı: Osmanlı Toplumunun Kendisine Hayran Bırakan Hayvan Sevgisi
Sokaklarında kedi ve köpek barındıran nadir ülkelerden birinde yaşıyoruz. Her gün görmeye alıştığımız sokak hayvanları, çoğumuz için bir renk ve neşe kaynağı. Bazen yemeğimizi paylaşıyoruz bazen başını okşayıp yanından geçiyoruz. Bazı ülkelerde sokaklar hayvanlardan “arındırılırken” ülkemizdeki sokak hayvanları tarih boyunca hep el üstünde tutuldu.
Günümüzde ise her gün hayvanlara yapılan işkence, öldürme, katletme haberlerini okuyoruz. Peki hayvan hakları tarihi Osmanlı’da nasıldı? Hayvanlara nasıl davranıyorduk, hayvan haklarına dair düzenlemeler var mıydı?
İnsanların hayvanlara karşı davranışları, her toplumun kendi kültürü etrafından şekillenir. İmparatorluk genelindeki hayvan hakları düzenlemesi çok eski tarihlere dayanıyor. Osmanlı toplumunda tıpkı kul hakkı gibi hayvan hakkı da oldukça önemli bir konuydu. Öyle ki hayvanlara yapılan kötü muamelenin felaketlere ve afetlere sebep olacağı düşünülüyordu. Bu düşünce yapısı Osmanlı toplumumun mimari anlayışını dahi şekillendirmişti. İnşa edilen her ev, cami, medrese, saray, han, çarşı gibi yapıların korunaklı bir köşesine kuş evleri yapılırdı. Osmanlı mimarisinde görmeye sıkça alışkın olduğumuz kuş evlerinin dünyada çok az örneği bulunur. Kuş evlerine benzer şekilde yeni yapılan her yapının korunaklı bir bölmesinde hayvanların su içebilmesi için suluklar yapılıyordu. Çünkü kuşlar başta olmak üzere hayvanların tamamına merhamet gösteriliyordu.
Tarih boyunca inancı gereği hayvanlara merhametli olan Osmanlı toplumu, hayvanlara hizmet eden vakıflar kurarak; onların beslenme, barınma ve sağlık gibi sorunlarına kurumsal çözümler üretmiştir.
1613 yılında Padişah I. Ahmed tarafından kurulan bir vakıf, evlerdeki artan yemekleri toplayarak bu yiyecekleri yaban hayvanlarına dağıtıyordu. Benzer şekilde, Beyazıt Vakfiyesi her yıl kuşların beslenmesi için 30 altın ayırıyordu. Devlet yöneticilerinin yanı sıra insanlar da çeşitli vakıflar kuruyordu. Örneğin, İstanbul'da kasaplık yapan Hacı Evhadüddin Efendi; çeşme, tekke, hamam ve cami gibi yapılar yaptırmış ve bu yapıların bakımı için bir vakıf kurmuştu. Vakfın şartnamesinde her gün ciğer alınarak kedilere verilmesi gerektiği belirtilmişti.
Hayvan hakları tarihi dediğimiz zaman Osmanlı toplumunda sayısız uygulamanın var olduğu görülüyor. Örneğin vakıflar dışında, dünyanın ilk hayvan hastanesi Bursa’da “Gurabahane-i Laklakan” adıyla açılmıştı. Osmanlı toplumunun hayvanlara verdiği önemin bir göstergesi olan bu hastane, başta leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakım ve tedavisinin yapılması amacıyla kurulmuştu. Dünyada eşi benzeri olmayan bu uygulama sayesinde her yıl binlerce kuş tedavi edilerek tekrar doğaya bırakılıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kanunname ve emirnamelerle hayvanların kötü muameleye uğraması önlenmeye çalışıldı. Örneğin II. Beyazid dönemine ait Kanunname-i İhtisab-i İstanbul el-Mahruse’deki maddelerden birinde yük taşımacılığında kullanılan at, eşek ve katır gibi hayvanlara gereğinden fazla ağırlık yüklenmesi yasaklandı. Bu kanun maddesi hiçbir zaman kağıt üzerinde kalmamıştı. Kurallara uymayarak hayvanlara eziyet eden insanlara para cezası uygulanıyordu. Bir diğer hayvan hakları belgesi 1587 yılında III. Murad döneminde yayınlandı. Bu belgeye göre; zayıf, bakımsız hayvanların çalıştırılmaması, nalsız hayvanlara binilmemesi ve hayvanların üzerine çok fazla yük konmaması gibi sıkı kurallar vardı.
Hayvan hakları tarihi söz konusu olduğunda Osmanlı Devleti’nde sayısız güzel uygulamanın olduğu görülüyor. Devleti yönetenler, yük taşıyarak insanlara hizmet eden hayvanları korumak için zaman zaman emirler çıkarmış, bu emirlere uyulup uyulmadığı çok sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Örneğin 1856 yılındaki bir talimatnamede yük ve eşya nakliyesinde çalışan hayvanların haftanın bir günü dinlendirilmesi ve üzerine binilmemesi gerektiği belirtilmiştir. Cuma günü olarak belirlenen bu dinlenme gününde, yetkililer kurallara uymayan vatandaşlara para cezası vermiştir.
Ülkeyi ziyaret eden seyyahlar, Türkiye’de hayvanlara gösterilen sevgi ve merhameti anlamakta zorluk çekiyordu. Yabancı yazarlara ait seyahatnamelerin birçoğunda Türklerin hayvan sevgisi detaylı bir şekilde anlatılıyordu. Örneğin 16. yüzyılda başkent İstanbul’da yaşayan elçilik memuru Baron Wenceslas Wratislaw Türklerin kasaplardan et alarak sabah ve akşam sokak hayvanlarını beslediğini renkli bir dille anlatıyor: “Tahta kovalar içinde pişmiş işkembe, akciğer gibi sakatatı “kedi eti, kedi eti!” diye satan ve şişte pişmiş sakatatı omzunda taşıyan ve “köpek eti, köpek eti!” dite satan ciğercilerden yiyecek satın alan Türkler, köpeklere ve duvarda oturan kedilere verirler”.
19. yüzyılın başlarında II. Mahmud döneminde, İstanbul sokaklarında yaşayan köpeklerin sayısında büyük bir artış gözlendi. Padişah, bu duruma müdahale ederek sokaklarda bulunan tüm köpeklerin yakalanıp Hayırsızada'ya gönderilmesini emretti. Kısa bir sürede, İstanbul sokakları neredeyse köpeksiz kalmıştı, padişahın talimatı yerine getirilmişti. Ancak İstanbul halkı bu duruma duyarsız kalmadı ve hızla tepki gösterdi. İnsanlar, hayvanlara kötü muamele edilmesinin uğursuzluk getireceğine inanıyordu ve köpeklerin İstanbul'a geri getirilmesini talep ettiler. II. Mahmud, halkın bu tepkisine kayıtsız kalamadı ve köpeklerin yeniden İstanbul'a getirilmesine izin verdi.
1910 yılında, İstanbul Belediye Başkanı Suphi Bey'in emriyle, köpekler tekrar toplanıp Hayırsızada'ya gönderildi. Sadece birkaç gün içinde yaklaşık 80 bin köpek adaya bırakıldı. Hayırsızada, Marmara Denizi'nde bulunan bu adada tek bir ağaç dahi yoktu. Köpekler, hayatta kalabilmek için birbirlerini yemek zorunda kaldılar. Ancak kısa bir süre sonra, adada hiçbir köpek hayatta kalmadı. Bu olay, Türkiye'nin hayvan hakları tarihinde kara bir leke olarak kaldı. Sonuç olarak, İstanbul halkının korktuğu uğursuzluk, Balkan Savaşı'nın patlak vermesiyle gecikmedi.
Görüldüğü gibi Osmanlı toplumunda hayvanlara yapılan kötü muamelenin felaketlere ve afetlere sebep olacağı düşünülüyordu. 1600’lü yıllardan bugüne baktığımızda, merhametimizden ve sevgimizden maalesef eser yok. Eskiler mazlumun ahına inanırmış ama biz neye inanıyoruz bilmiyorum.