Sedat SADİOĞLU'nun 31 Ağustos 2023 tarihli yazısı: Âlimlerden Aktarılan
Gören Göz – 31/1: Mezhepleri Ne Kadar Biliyoruz?
Mezhep, Arapça’da “zehap” sözcüğünden türetilmiştir. Kelime anlamı itibariyle “bir düşünceyi ileri sürme”dir. Birbirlerine karşıt yorum farklılıkları, mezheplerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hindistan’da, mezheplerin ortaya çıkmasına engel olmak isteyen BUDA bile, buna engel olamamıştır. Günümüzde binlerce mezhepten bahsedilmektedir. İslâm dinindeki bu türlü farklı yorumlara “içtihat” denmektedir. Dünyadaki ve yaşantılardaki ilerlemelerle ve yeni gelişmelerle karşılaşan dinlerin, yorumlardan kaçamaması çok doğaldır. İslâm dininde mezhepler, (konularına göre) üçe ayrılır :
Siyasal Mezhepler: Şiilik ve Haricilik buna örnektir. Peygamber efendimizin (s.a.v.) hemen sonrasında ortaya çıkmıştır ve daha sonraki yönetimlerde (devletlerde), bir çeşit “siyasal parti” durumuna gelmişlerdir.
Hukuksal Mezhepler: İslâm fıkıhı açısından, ibadetteki uygulamalara açıklık (kolaylık) getirirler. Şafilik, Hanefilik, Hambelilik ve Malikilik bunlardandır. Yukarıda sayılan Sünni mezheplerin hepsi de (istisnasız) hak mezhep olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Şiilik ve Şiiliğin altındaki hukuksal yapılanmalar da buna örnek gösterilebilir. (Caferilik, Alevilik, Zeydiyyelik,vb.)
İnançsal Mezhepler: İlk Ehli-sünnetler (Sünniler) ve sonraki ehli-bidatlardır. Bazı kimseler, Kur’an-ı Kerimde ve (sahih olan) hadis-i şeriflerde manaları açık olmayan itikat bilgilerinde, yanlış tevil (tercüme) yaparak, yanlış anlamlar çıkardıkları için, hak yoldan ayrılmışlardır ki, bunlara ‘bidat ehli’ denir. (Günümüze halâ, birçok “tarikat” adı altında kurulmuş ehli-bidat mezhepler vardır. Bunların bazı şeyhleri, peygamberlik iddiasında bile bulunmuşlardır.)
Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları canımızı vereceğimiz son ana kadar, Kur’an üzere olan kullarından eylesin…Amin!
Gören Göz – 31/2: Bayezid-i Bistâmî Hazretleri Hakkında
Evliyâların büyüklerindendir. İnsanları Hakk'a davet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakiki saadete kavuşturan ve kendilerine ‘silsile-i aliyye’ denilen büyük âlim ve velilerin beşincisidir. Sultân-ül-Ârifîn lakabıyla meşhurdur. Künyesi (sülale adı), Ebû Yezîd'dir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ'dır. 776 (H.160) veya 803 (H.188)’de İran’da Hazar Denizi kenarında Bistâm’da doğdu.
Hazar Bölgesi, Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedilmiş olup fetihten önce halkı Mecusi (ateşe tapan) idi. Bayezid'in dedesi, önemli bir mevkide bulunan, tanınmış bir aileden geliyordu. Bu ailenin en önemli özelliği, beşeri münasebetlerde insan sevgisine büyük önem veren ve bu sevgiyi insanlar arasında yaymaya çalışan, din adamları (Mobedler) yetiştirmekle tanınmıştı. Nakşi tarikatının büyük evliyalarındadır. Vahdet-i Vücutla ilgili sözleri, çok konuşulmuş ve tartışılmıştır. Vecd (ilahi aşk sarhoşluğu) halinde söylenen bu sözleri, çoğu insan anlayamadığı için onu küfür ile itham etmiştir. Bayezid-i Bistâmî Hazretleri 848 yılında vefat etmiş ve (Hatay) Kırıkhan’da (başka bir rivayette de Bistam'da) defnedilmiştir.
İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefatından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm-ı Ali Rıza’nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın ruhaniyetinden istifade etti. Otuz sene Şam civarında bulunup, birçok âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibadette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar da bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri meşhurdur.
Meşhur Bir Kıssa: Bâyezid-i Bistami'yi bir gece derin bir uyku bastırdı ve sabah namazına uyanamadı. Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, (ilahi) bir ses işitti. "Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevabı ihsân eyledim!" diyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Bâyezîd'i Bistâmî'nin mübarek ayağından tutarak uyandırdı ve; "Kalk, namazın geçmek üzeredir!" dedi. Bâyezid-i Bistami, Şeytan'a; "Ey mel’ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyurunca, Şeytan şu cevabı verdi: "Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için, ayrıca yetmiş bin namaz sevabı almıştın. Bugün, onu düşünerek, sadece vaktin namazının sevabına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevabına kavuşmayasın diye seni uyandırdım…" dedi.
Muazzam Bir hadis:
“ İlim, ancak hakkını veren kimselere öğretilir. İlmin hakkı da öğrendiği ilimle amel etmek ve ilmi ehil olan kimselere öğretmektir! ” (İkrime b.Abdullah, r.a.h.)
Bu bölümü, Bistami hazretleri gibi, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in de (sıkça) yaptığı aşağıdaki dua ile bitirmek istiyorum:
“ Ey Allah’ım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim! Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücudumu öyle büyült, öyle büyüt ki, cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka (Müslüman) kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım!"
Gören Göz – 31/3: Benlik
Şeytan, hizmetçi kılığına girmiş ve yirmi sene Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin yanına gidip gelmiş idi. Bir türlü gönlüne vesvese vermeye, ona istediklerini yaptırmaya muvaffak olamamıştı. Bir gün Şeytan artık dayanamaz ve;
-“Ey Üstat! Yoksa siz benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?” der. Cüneyd Hazretleri;
-“Sen lanetli İblissin. İlk geldiğin andan beri seni tanıyorum!” diye yanıt verir. Şeytan;
-“Ey Sultanü’l Muhakkikin! (bilge ve yüksek dereceli zat) Sizin kadar yüksek dereceye ulaşan başka bir zat tanımıyorum. Yirmi senedir size hiçbir istediğimi yaptırmaya muvaffak olamadım!” der. Bu sözleri işiten Cüneyd Hazretleri, nefretle;
-“Defol Mel’un! Şimdi de beni, kendini beğenme hastalığına düşürerek mahvetmek mi istiyorsun! Yirmi senede yapamadığını, yirmi saniyede mi yapacaksın! Yıkıl karşımdan!” diye kovar.
Benlik, insanın içindeki en zayıf dünyevi nefsidir (şeytandır) ve kişiye, “önemli olan sensin” denilerek, koltuklarını kabartmaktır. Nice cahil ve günahkâr âlim, kendisini beğenme (benlik) hastalığına düşmüştür. Bu halleriyle İslâm’a zarar vermiş ve halen de vermektedir. Bir Müslüman için, günümüzün en tehlikeli hastalıklardan birisi de budur!
Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri kimdir?: Evliyânın büyüklerindendir. İsmi Cüneyd, babasının ismi Muhammed’dir. Künyesi Ebü’l-Kasım’dır. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olduğu için Seyyid-üt-Taife, yani tasavvuf büyüklerinin seyyidi, efendisi diye meşhurdur. 822’de Nihâvend’de doğdu, 911’de Bağdat’ta vefât etti. Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Cüneyd-i Bağdadi, Süfyan-ı Sevrî’nin öğretileriyle yetişti. Tasavvuf ilmini dayısı Sırrî-i Sekâtî’den öğrendi. Fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimleri İmam-ı Şâfiî’nin talebesi Ebû Sevr’den öğrendi. Ayrıca Haris-i Muhasibi, Muhammed Kassâb ve başka zatların da sohbetinde bulundu. Hocası, aynı zamanda dayısı olan Sırrî-i Sekâtî ile hacca gitti. Mescid-i Haram’da dört yüz kadar âlim zât ile ‘şükür’ hakkında konuşuyordu. Her biri şükrü tarif ve izah ettiler. Hocası Sırrî-i Sekâtî ona; “Şükür hakkında bir izah da sen yap” dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdadi; “Şükür, Allahü Teâlâ’nın ihsan ettiği nimet ile O’na isyan etmemek, O’na isyan için ihsan ettiği nimeti kullanmamaktır!” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevaba sevinip; “Seni tebrik ederiz, amacı en güzel şekilde ifade ettin.” dediler.
Ders vermeye başlayınca, şöhreti gitgide yayıldı. Hıristiyan genç bir rahip bir gün ilim meclisinin kenarına gelip durdu. Fakat üzerinde Hıristiyan cübbesi yoktu. Cüneyd’e hitaben; “Efendimiz Resûlullah’ın (s.a.v.); “Müminin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü Teâlâ’nın nuru ile bakar!” buyurmalarının hikmeti nedir?” diye sorunca; “Belindeki zünnârı (Keşişlerin bellerine bağladığı kuşak) birden ortaya çıkar ve ‘Müslüman ol, Müslüman olmak zamanı geldi!’” cevabını verdi. Bu cevap üzerine onun büyüklüğünü anlayan genç, hemen belindeki zünnârı çıkardı ve Müslüman oldu.
Nasihatleri ve hikmetli sözleri pek çoktur. Buyurdu ki;
“İnsanları Allahü Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, inançlar, rüyalar, çıkmaz sokaktır ve insanı saadete kavuşturmazlar. Kur’ân-ı Kerim'in emir ve yasaklarını öğrenmeyen ve hadîs-i şeriflere uymayan kimse, cahil ve gafildir!”
“Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa herşey atılır, ezilip hakaret görür. Lâkin ondan hep güzel, temiz, faydalı şeyler çıkar.”
“Bir kimsede yumuşaklık, alçak gönüllülük, cömertlik ve güzel ahlâk bulunursa, bu dört özellik, o kimsenin yüksek makamlara kavuşmasına sebep olabilir. Bunlar, imanın kemâlidir.”,“Tasavvuf kalbi temizlemektir!” ve son olarak, “İlim kendi haddini bilmektir!”
Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları “büyüklük” ve “benlik” hastalığına ( hatasına) düşmeyen kullarından eylesin…Amin!
Gören Göz – 31/4: Özü – Sözü Bir
Günümüz değerlerinin, eski dönemlerde de aynı şekilde önem arz ettiğini biliyoruz. Asaletin, inceliğin, doğruluğun ve güzelliğin, ne anlamlara geldiğini dile getiren Mevlana hazretleri, (aşağıda sunulan) güzel bir deyişiyle, aynı mesajları vermektedir;
“Asalet; boyda değil, soydadır.
İncelik; belde değil, dildedir.
Doğruluk; sözde değil, özdedir.
Güzellik; yüzde değil, yürektedir”
Yukarıdaki bu açıklamaların üzerine, başka açıklamaya gerek var mı!? Mesaj gayet açık ve nettir. Bazı sözler kadınlara söylenmiş gibi bir algı yaratsa da mesaj tüm insanlaradır. Yüz, bel ve boy ifadeleri, benzetmek için (mecazi olarak) kullanılmıştır.
Burada sadece “soy” için bir ek açıklama yapma gereği duyulabilir. Günümüzde insanlar, ancak 5-6 kuşak geriye giderek soylarını bilebilmektedirler. Belki de 3-4 kuşak gerisi bile bilinemeyebilir. Çünkü geçmişte ve yakın tarihlerde, çok savaşlar, çok istila ve göçler yaşanmıştır. Dolayısı ile insanların soylarını iyi bilmesi ve çıkartması zordur. Buradaki “soy” karşılığını, bir Müslüman için “doğru ve dik duruş” ifadesi olarak da düşünmek gerekir.
Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları (Hz. Mevlana’nın da dediği gibi ki; Allah ondan razı olsun) özü-sözü bir olan kullarından eylesin…Amin!
(NOT: Otuzbirinci bölümün sonu…)