Sedat SADİOĞLU'nun 15 Ekim 2024 tarihli yazısı: Âlimlerden Bilgiler ve Bakışlar

Gören Göz – 88/1: Ünlü Bir Âlim; Muhammed İkbal

Dünyaca ünlü Pakistanlı âlim Muhammed İkbal’in, İslâm ile ilgili düşüncelerine bakalım; “Bugünkü Müslümanların menzil ve maksatlarıyla Kur’an’ın menzil ve maksadı başkalaşmış bulunuyor. Başka bir deyişle, İslâm dünyasında yüzyıllardır büyüyerek gelmiş bir «yabancılaşma» vardır. İslâm dünyası Kur’an’dan beslenen bir ruh ve şuur varlığı yerine, örflerden beslenen bir kişiliğe teslim olmuştur!”

Kısa Bilgi: Muhammed İkbal Kimdir?

(1873-1938) Pakistanlı İslâm âlimi, şair, filozof ve politikacıdır. Şiirleri çağdaş Urdu ve Fars Edebiyatının en önemli yapıtlarındandır. Allâme İkbal olarak da bilinir. Hindistan’daki Müslümanların bağımsızlık mücadelesini ilk defa dile getiren kişidir. Müslüman Hint mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan’daki Müslümanları hareketlendirerek, İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında ve Pakistan’ın kuruluşunda büyük etkisi olmuştur. Bu yönüyle İkbal, Mehmet Akif Ersoy’a da benzetilmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında, zor durumda Pakistan halkını, Türk halkının milli mücadelesine destek vermek için örgütlemiş, milli mücadelede kullanılmak üzere Pakistan halkından 1,5 milyon Sterlin toplayıp Ankara hükümetine yollamıştır.)

Kur’an dilinin Arapça olması, Arap yarımadasında ortaya çıkması, (o dönemlerde) Arap ekonomisinin sadece ticaret ve tarıma dayalı olması ve zorlu savaş şartları da eklendiğinde, (doğal olarak) zamanın değerli Arap âlimlerinden yapılan Kur’an yorumları, sadece ilâhi saadet üzerineydi. Bu, o zamanki şartlar için kabul edilebilir bir durum olabilir! Ancak, İslâm’ın verdiği iman ve ilerleme gücü, daha sonra Türk, İran, Hint ve Kuzey Afrika âlimlerini de harekete geçirmiştir. Hatta devrini aşan birçok âlime de rastlanmıştır. Yine de, gelenekçi Arap âlimlerinin yorumları her zaman etkili olmuştur. Bu etkiye bir de, Emevi-Abbasi zamanında üretilen, uydurma hadisler de eklenince, evrensel İslâm anlayışı ve Müslümanlık, içine kapanık bir topluluk dini haline gelmiştir. (Not: Bu tespitleri, uluslararası ve otorite olan İslâm âlimleri de yapmaktadır.)

Çağını aşsa bile, din âlimlerinin çıkışları kısa sürmüş ve tepki çekmemek için, düzene uymuş ve hemen hepsi, o zamanın güçlerinin (beylik, hanlık, devletler, vb) “maaşlı devlet memurları” haline gelmişlerdir. Çağını aşan diğer değerli âlimler ise, ‘filozof’ olarak tanınmışlardır. Bu da, Kur’an ve hadislerin evrenselliğe kavuşmasına (ne yazık ki) yardımcı olamamıştır. Buradaki en büyük eksikliğin, fen dallarının ve özellikle de tekniğin önemsenmeyişi olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Oysa o zamanların gözde meslekleri olan; dericilik, dokumacılık, örmecilik, demircilik, dövmecilik, dökümcülük, silah yapımları (barutu kullanma dâhil), gemi yapımı, kap-kacak yapımı, saat yapımı, vb. dallarda uğraşan ve ustalaşan İslâm toplumları vardı.  Neden bu dalların getireceği sanayileşmeyi sağlayıp,  büyük güç olamadılar? Oysa İslâm devletleri, hem nüfuzca hem de ganimetler ve vergiler sayesinde güçlü idiler. Onların yukarıdaki dallarda sanayileşmeleri beklenirdi, buna hiçbir engel de gözükmüyordu. Sadece, “dünya nimetlerini ve hatta dünyayı bırak, ahireti kazanacak ibadetleri çokça yap!” diyen zihniyet hariç… Ne yazık ki, bu zihniyet hem İslâm’ın hem de Müslümanların geri kalmasının nedenlerinden biri olmuştur. Öncelikle bu tespiti iyi yapmamız gerekir. Geç kalınmışlık varsa da, zararın neresinden dönülürse kâr olunacağı da unutmamalıdır.

Günümüzde bu gelişmeyi yakalayan ve övünülecek bir ülke olan Malezya’yı can-ı gönülden kutlayıp, İslâm’ın parlayan yıldızı (ve kaplanı) olduğu için dua etmeliyiz. Aynı duayı İran için de yapmalıyız, çünkü ikinci bir Malezya olma yolunda, kendi kendine yeten, teknolojisiyle ön plâna çıkan ve haklı bir güç olmaya aday ülkedir. Ve yine en önemlisi, ülkemizin âlim ve yöneticilerine çokça dua etmeliyiz. Türkiye, bu ülkelerden çok daha güçlüdür ve İslâm’ın bayraktarı olmaya (eskisi gibi) çok daha yakındır.

“Yüce Allah’ım! Bana, (benden) sonra gelecekler (nesiller) içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!”…Amin!” (Şuara Suresi, 84.Ayet)

Gören Göz – 88/2: Sosyo-İlâhi Döngü 

Tecrübeyle birlikte oluşmuş doğru bilgi, sabrın anahtarıdır. Konuşanın bilgisini hemen süzgecinden geçiren kişi için de bu böyledir. Çünkü her konuşma doğru bilgi taşımayacağı gibi, hemen verilecek karşılık da, her zaman doğru olamayacaktır. Bazen belirli bir zamanın geçmesi tecrübe oluşturduğu gibi, doğruyu da ortaya çıkartır. Birey ve toplumda oluşan her türlü birikim bu yollarla oluşur ve nesilden nesile aktarılır. Ben bu anlayışa, kabule veya teze (birçok ana kavramı da içerisinde barındırdığı için), ‘sosyo-ilâhi döngü’ diyorum. 

Bazı kişiler ve hatta toplumlar, dünyanın kendi etraflarında döndüklerine inanmak isterler. Bu anlayışla yaşama şekli, doğruyu bulmaya ve bu uğurda çaba harcamaya engel olacağı gibi, kişilerin sosyal gelişimini de engeller. Kısaca kişi, gençlik, yaşlılık, güzellik, yakışıklılık, yüksek makam, üstün yetenekler, zenginlik, ilmi başarılar ve daha başka özelliklerle adeta coşar, kendinden geçer. Ayrıca, toplumsal pek çok faktör de devreye girebileceğinden, bu konuların analizi çok daha zordur.

Dünyanın kendi etrafında döndüğünün coşkusuyla yaşam süren kişi veya kişiler, pek çok önemli noktayı ya atlar yada kaçırırlar. Bu atlama ve kaçırmaların hesabını, çok zaman sonra görülür. Ancak, geçen zaman ile ortaya çıkan kayıplar giderilemez. Bazı üstünlükler, sadece o insana özgü ve kendilerini aşmak için verilmez. Doğuştan bile olsa, tüm bunlar bir sınav aracıdır ve bir sınav gereği kabul edilmelidir. Kişi bunu böyle kabul etmek zorundadır. Kişinin ‘haddini aşması’ olamaz, ancak ‘haddini bilmesi’ olabilir. Çünkü aşmak ve aşkınlık kavramları ilâhi olup, sadece Allah’a mahsustur. Kişinin kendini bilmesi, tanıması ve gerçeklere göre hareket edip, uygun bir yaşam sürmesi mümkündür. Bunun için de çok okumak, çok dinlemek, çok düşünmek, çok sabretmek, çok saygılı olmak, çok çalışmak ve çok çabalamak gerekir. Bu, kişinin ne yaşı ve ne de toplumsal statüsü ile ilgilidir, bilâkis doğrudan ilâhi emirler ve kabullerle ilgilidir.

Sonuç:

Kur’an’a bakarsak ve ‘Neden yaratıldık?’ Sorusunu O’na sorarsak şu cevabı verecektir: ‘Ben, cinleri ve insanları, sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.’ Öyleyse ibadet nedir? İbadet, Allah’a kulluk etmektir. Yani yaptığımız bütün işler, hatta yemek içmek gibi günlük ve çok normal işlerimiz bile ilâhi ve ibâdi (insani) olabilir. Bu sosyo-İlâhi yaşam, insanın yaptığı işlerini (günlük normal işlerini bile), doğru ve dinin kurallarına göre yapması demektir.

“Yüce Allah(c.c.) Müslümanları, doğru yoldan (Hak yolundan) ayırmasın inşallah…Amin!”

Gören Göz – 88/3: Kadere Farklı Bir Bakış

Tablodan Çıkan Bazı Sonuçlar:       

1-    Müslümanların çoğu, kaderi ve kader anlayışını iyi bilememekte ve ölümü bile ciddiye almamaktadırlar.

2-    Kaderin, çaba ve içten bir duayla (halis niyetle) değişebileceği gerçeği bilinmemektedir.

3-    Kaderin değişmesinin yaşla ilgisi yoktur, tamamen iyi niyetle ilgisi vardır.

4-    İslâmiyet’te, kadere teslimiyet (kadercilik) yoktur.

“Yüce Allah’ım, hesap görülecek günde, beni ve tüm Müslümanları bağışla.” Sen’in her şeye gücün yeter…Amin!”

(NOT: Seksensekizinci bölümün sonu…)