Prof. Dr. Esat ARSLAN'ın 4 Aralık 2023 tarihli yazısı: Filistin'de Barışın Katli

Milan Kundera’nın efsane başyapıtı, “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adındaki romanını (Nesnesitelna Lehkost Byti) bilirsiniz. Okumaya vakit bulamasanız bile duymuşluğunuz vardır. Bu önemli eserin 1988 yılında aynı adla (The Unbearable Lightness of Being) filmi bile yapılmıştır.  Kitap, bol çıkarımlı ve çıkarsamalıdır. Hem kitap hem neredeyse birebir çevrilen film, birbirine geçişli bir önermeler sistematiğidir. Yani bir önermeden düşünce yoluyla bir başka önermeye geçmeyle iç içedir. Birinden birine geçerken haberiniz bile olmaz. Kafanızı şöyle bir topladığınızda “Ben neredeyim ya” da diyebilirsiniz. Ama kitap, altları çizilerek okunduktan, film dikkatli bir şekilde izlendikten sonra yavaş yavaş kendinizi bir başka dünyada bulursunuz. Kitaptaki kurgulamada, Sovyetlerin baskısı altında yaşamada ebedi dönüş düşüncesinin nasıl bir hâl aldığı anlatılır. İsterseniz şimdi de bu efsane başyapıtın biraz felsefesini yapalım. Tartışılan, bir kere olan hiç olmamış sayılacaksa, bir defa gelindiği söylenen hayatın da aslında hiç (gerçek) olmadığı/olmayacağı tezidir. Hani Almanların meşhur “Einmal ist keinmal” gibi karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın bir yolu da pek anlaşılmaz. Neden bunları ortaya koymaya çalışıyorum, sevgili okurlar? Filistin’de tam da adı belli olmayan bir haftalık bir barış süreci yaşadık da ondan. Kimisi bu sürece “ateşkes” dedi, kimisi de “duraksama” yani “pause”. Barış hiç yaşanmamışçasına, savaş kaldığı yerden başladı mı? Hem de ne başlama, bir ton hile ve yasaklamalarla. Bu sefer de İsrail ordusu otomatik üretilen hedeflerle Gazzeli sivilleri bilerek öldürmeye başladı. Hileleri yapan ve yasaklamayı koyan da mazlum değil, zalim İsrail ordusu. İşte ben de bu nedenle Filistin’de Gazze’de, Batı Şeria’da “Var olmanın değil”, “yok olmanın” "dayanılmaz, katlanılmaz, çekilmez" acılığından bahsetmeye çalışıyorum. Bütünüyle bakıldığında dünya zaten gerçek anlamda pek de güzel olmayan bir savaş yeri. Bu önermeme itirazı olan yoktur herhalde. Bilirsiniz, “var olma, yok olma” endişesiyle iç içedir, âdeta kardeştir. Şimdi sorarım size, biri bana bunu açıklasın. “Ofer Hapishanesi”nden çıkıyorsunuz, Gazze Şeridi cehennemine hem de toprağı öperek geri dönüyorsunuz. Bu nasıl bir şeydir? Milli şuurun geldiği yere bakar mısınız? Zaten yaşamış olduğumuz dünya gerçek anlamda birçok zorlu aşamalara sahip bir yerdir. Böyle bir dünyada hayatta kalmak için her durumda planlı yaşamak ve dikkatli olmak gibi şeyleri bir kenara bırakın, bu noktadan sonra koyver yakasını diyebiliyor musunuz? Evet oluyormuş.  

Etraflıca araştırmaya gerek yok, Türkiye’de “Filistin sorunu” aynen “Kıbrıs davası”, Osmanlı’nın son zamanlarındaki “Girit Davası” gibi bir “milli mesele”dir. Ama gelin görün ki “Filistin sorunu” İslam ümmetinin, Arapların bir “milli davası” olamamıştır. Oysa “Filistin meselesi” sadece bir “Arap meselesi” değil, kavim, kabile, ırk ve mezhep ayırmaksızın bir “İslam meselesi”dir. Bu husus Türkiye’de tarihsel bir evrim olarak bu şekilde anlaşılmıştır. “Filistin meselesi”, Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “milli davası”dır. Şaşırmayalım, göstermelik olarak bir iki parametreye bakmayalım, inanın durum böyledir. Daha açık söyleyeyim, Filistin Sorunu, II. Abdülhamit döneminden itibaren Türkiye’yi ilgilendiren bir sorun olarak görülmüştür ve de görülmektedir. Daha geniş bir perspektifle bakıldığında II. Abdülhamit anlatısı, Siyonizm ve Masonluk anlatıları ile iç içe geçmiştir. Doğruya doğru, Halep oradaysa arşın burada. Günümüzdeki sağ muhafazakâr-İslamcı düşünürlere bakınız, sorunun cevabı oradadır. II. Abdülhamit’in Yahudilerin Osmanlı Devleti’nde toprak taleplerine ilişkin planlarını bertaraf etmesi üzerinden bir tarih okuması yapmaktadırlar. Hatta II. Abdülhamit anlatısının Siyonizm anlatısı ile pekiştirilmek istendiği de görülmektedir. Yeniden kurgulanan II. Abdülhamit dönemi tarihsel gelişmeleri, her iki anlatıyı bir potada eritmeye çalışmaktadır. Örneğin Filistin’i Yahudilere vermek istemeyen II. Abdülhamit’in Selanik’teki Yahudiler tarafından tahtından indirildiği, bu nedenle de Filistin sorununun Türkleri o zamandan beri yakından ilgilendirdiği yönünde bir tarihsel kurgu yaratıldığı görülmektedir. (2) Bu yüzden bir ata yadigârı olan Selanik bağıra bağıra gitmiş, bir Girit gibi, bir Kıbrıs gibi milli mesele vasfı kazanamamıştır.  Âdeta Selanik kentinden kurtulmak istenilmiştir. Hâlâ da öyle görülmektedir. Selanik’ten gelen muhacirlerin kurdukları eğitim kurumları, kuruluşlar daha doğru bir ifadeyle Selanik adı geçtiğinde Siyonist kavram zihinden geçirilmekte, en hafifinden masonluğu çağrıştırmaktadır. İsterseniz etrafınızdakilerle bir soruşturun, zihinlerin bu şekilde tutsak edildiğini göreceksiniz. Oysa II. Abdülhamit, Pan-İslamizm ideolojisini halife olması itibarIyla dünyadaki Müslümanların koruyucusu olma iddiası ile benimsemiş gibi görünse de hükümdar olarak gücünün sınırlarının farkındadır. II. Abdülhamit, Batılı devletlerin sömürgecilik siyasetine karşı anti-emperyalist ve anti-sömürgeci bir hilafet anlayışı ile karşı durmaya çalışmıştır. Pan-İslamizm ideolojisi bu amaca hizmet etmek iddiasında olan savunmacı bir politikadır. (2)

İşte sevgili okurlar, geçmişten günümüze Türkiye’de bu nedenle “Filistin meselesi” Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “milli davası”dır. Yaşanan her türlü zor zamana karşın “Filistin meselesi’nin hemen her süreci büyük bir titizlikle takip edilir, hemen her yönü anlaşılmaya çalışılır. Oslo veya 1. Oslo olarak da bilinen "Geçici öz yönetim düzenleme ilkeleri bildirgesi" anlaşması, Norveç'in başkenti Oslo'da düzenlenen görüşmelerin ardından 13 Eylül 1993 tarihinde dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin ve yine dönemin Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat arasında ABD'nin başkenti Washington’da imzalanmıştır. Anlaşmayla taraflar arasında yıllardır süren çatışmanın sona ermesi, önce geçici Filistin yönetiminin kurulması ve 1999 yılında da bağımsız Filistin Devleti'nin kurulmasıyla adil, kalıcı ve kapsamlı bir barışa ulaşılması hedeflenmiştir.

Birincisini takiben 28 Eylül 1995'te imzalanan "İkinci Oslo Anlaşması" çerçevesinde işgal altındaki Batı Şeria A, B ve C bölgelerine ayrılmıştır. Batı Şeria'nın yüzde 18'ini kapsayan "A bölgesi"nin yönetimi idari ve güvenlik olarak Filistin'e, yüzde 21'lik "B bölgesi"nin idari yönetimi Filistin'e, güvenliği ise İsrail'e devredilirken yüzde 61'ini kapsayan "C bölgesi"nin idare ve güvenliği İsrail'e bırakılmıştır. (2) Bu durumu iyi tezekkür etmek lazım. Batı Şeria’nın ancak beşte biri Filistin’in tam kontrolündedir.

Birinci Oslo Anlaşması'ndan 30 yıl sonra, üzülerek ifade etmek gerekir ki Filistin’deki İsrail işgali, daha da artarak Yahudi olan ve olmayanların ayrıldığı bir "apartheid rejimi" hâlini almıştır. (1) HAMAS’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın “Aksa Tufanı” harekâtının birincil amacı, bu cendereden kurtulmak ve İsrail’in yapması olası bir büyük saldırıda ön alınması biçiminde betimlenmiştir. HAMAS’ın dünyadaki en iyi ve en deneyimli istihbarat servisini şaşırtan ve Ortadoğu’nun en güçlü güvenlik sistemini diskalifiye eden bu saldırı doğru bir yaklaşım mıdır? Evet bence doğru bir yaklaşım ve yerinde bir açılımdır. Bu durum, “Artık yeter” diyen onurlu bir millet yaklaşımdır. Ancak İsrail’in “Büyük Felâket” (Şoah) gibi bir türlü dindirilemeyen “büyük öfkesi”, soykırım mertebesindeki insanlığa karşı işlenen suç ve savaş suçlarına giden sürecini hızlandırmıştır. Hâlen Filistin halkına yönelik soykırım savaşı ile saldırgan tehcir planları bütün hızıyla sürmektedir. Bu cümleden hareketle, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Gazze Şeridi'ndeki bu vahşi saldırıların çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 60 binden fazla can kaybı, yaralı ve kayba yol açtığını; 1 milyon 700 binden fazla insanın zorla yerinden edilerek evsiz bırakıldığını hatırlatmıştır. (3) Hiç tartışmaya gerek yok, Filistin Devlet Başkanı Abbas, “Oldu bittiler karşısında teslim olmayacağız, diz çökmeyeceğiz; ne olursa olsun, bedeli ne olursa olsun, 1948'deki Nekbe'nin tekrarlamasına izin vermeyeceğiz” dese de bu durum açıkça İkinci Nekbe’dir.

Bu büyük öfke bir buçuk aylık birinci bombardımanı sonrası verilen "insani ara"nın ardından İsrail'in Gazze'de öldürdüğü Filistinlilerin sayısı 193'e yükselmiştir. Peki bu durumda kalıcı barışa nasıl gidilecek? İsrail’in “Büyük Öfke”si nasıl barışa evrilecek? ABD desteğinde Netanyahu liderliğindeki “Siyonazi yönetimi”nin barış yoluna evrilmesi bu kadar zor mudur? Evet zordur. Mazlum Filistin halkı “İkinci Dünya Savaşı’nın kurbanlarının kurbanı” (Victims’Victim) durumundadır. Tarihsel arka planda, kurulduğundan bu yana İsrail, hiç mi barış yoluna girmemiştir? Kuşkusuz barış yoluna giren, barışa yeltenen İsrail tarafında da olmuştur. Barışa yeltenenlerden birisi de savaşın içinden gelen barışsever İzak Rabin’dir. Ama bunu canıyla ödemiştir. Siyonistlerin barışı, barışa yeltenenleri bile sevmediklerini tarih bize göstermiştir. Barışın katilleri adı üzerinde barışa yeltenenleri bile mümkünatı yok sevmediler, sevemezler. Hem toprak vermiş hem de barışa yeltenmiş İzak Rabin’i sevmedikleri gibi, onu da öldürmüşlerdir. Hem de II. Oslo Anlaşması’nın imzalanmasından 37 gün sonra 4 Kasım 1995 günü barış karşılığı toprak verdiği için aşırı sağcı bir Yahudi tarafından öldürülmüştür. (4) Bugün onun ihtifalatında “İsrail’de barışa yeltenirsen vay hâline” diye mi haykıralım? Washington DC’de 1995 senesinin 28 Eylül’ünde barışı yaratanlardan biri olan İzak Rabin ne bir Filistinli ne bir Arap tarafından değil, bir barış katili İsrailli tarafından kara toprağa serilmiştir. Toprağı bol olsun, onun gerçekten her yeri barış kokan şu nutkunu kim unutabilir? “Ey Filistinliler, aynı toprakta ve ülkede beraber yaşamak bizim kaderimiz. Biz savaştan kan revan içinde dönen askerler, dostların akrabaların gözlerin önünden tanık olan bizler, onların cenazelerine katılıp ailelerin ve yetim bıraktıkları çocuklarının gözlerine bakamayan bizler, ebeveynlerin, çocuklarının gördükleri aynı ülkeden gelen bizler, size karşı savaşmış olan bizler, bugün yüksek ve berrak bir sesle haykırıyoruz. BUNCA KAN VE GÖZYAŞI ARTIK YETER, YETER.

Oslo sürecindeki bir maddeyi istisna ederek İsrail’in güvenliği için işgal altındaki toprakların yüzde 90’nını kritik bölge biçimine sokan ey Netanyahu, bunca kan ve gözyaşı öfkeni yatıştırmadı mı? Dünya kamuoyu ve Holokost cenderesinden geçmiş olan halkın da aynı sözcükleri söylüyor. Yeter, yeter, YETERYAHU yeter !!!

Dipnotlar:

(1) Mücahit Aydemir “|Oslo Anlaşması'nın 30. yılı: İsrail iki devletli çözüm idealini yok etti” Anadolu Ajansı, 14.09.2023; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/oslo-anlasmasinin-30-yili-israil-iki-devletli-cozum-idealini-yok-etti/2992058/Erişim Tarihi 03.12.2023/

(2) Pınar Özden Cankara, “Türkiye’de Sağ Muhafazakâr İslamcılık Akımının Filistin Sorununa Yaklaşımı”,  Doktora Tezi,   İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi Ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul, Eylül 2013, s. 54. 

(3) Mohammed Majed, Gülşen Topçu, “İsrail'in "insani ara"nın ardından Gazze'de öldürdüğü Filistinlilerin sayısı 193'e yükseldi”, Anadolu Ajansı, 02.12.2023; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-insani-aranin-ardindan-gazzede-oldurdugu-filistinlilerin-sayisi-193e-yukseldi/3071413/ Erişim Tarihi 03.12.2023/

(4) Hilary Rodham Clinton, Çev. Rasim Baykaldı, “Yaşayan Tarih”, Arkadaş Yayınevi, Ankara, Mayıs 2004, s. 333