Betül DEMİR'in 28 Kasım 2024 tarihli yazısı: Sinemada Postmodern Anlatı
Bir sinema filmi izlerken, o eski düzenli akışların, kesin başlangıç ve sonların yerini tamamen farklı bir şeyin aldığını fark ettiğiniz oldu mu? Her şey dağınık, yer yer karmaşık ama aynı zamanda garip bir şekilde çekici... İşte o noktada, muhtemelen postmodern bir anlatının içine düşmüşsünüzdür. Postmodern sinema, alışılmış tüm kuralları yıkan, hikâyenin her köşesinden sorgulamalar yükselten, bazen sizi rahatsız eden ama her zaman düşündüren bir yaklaşım.
Eskiden bir filmde olayların başını sonunu bilirdik. Kahraman vardı, bir amacı vardı ve bu amacı doğrultusunda ilerlerken onu izlerdik. Oysa postmodern anlatıda böyle bir kesinlik neredeyse yoktur. Hikâye bir yerde başlayıp bir başka yerde bitmez; daha doğrusu, nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeniz gerekmez. Hatta ortada bir hikâye olup olmadığını bile sorgulamaya başlarsınız. Bir sahnede gördüğünüz bir detayın, sonraki sahnelerde tamamen alakasız başka bir olayla bağlantı kurduğunu fark edersiniz. Bu, izleyiciyi hem oyunun bir parçası yapar hem de onu sürekli diken üstünde tutar.
Postmodern anlatının en keyifli yanlarından biri, klişelerle dalga geçme cesaretidir. Eski tarz bir Hollywood filminde "işte bu, kahramanın zafer anı" diyeceğiniz sahneler, burada size absürt ya da alaycı gelebilir. Karakterler bazen ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi davranır, kendi hikâyelerinden bihabermiş gibi görünürler. Bunun en güzel örneklerinden biri, Quentin Tarantino’nun filmlerinde gördüğümüz o şaşırtıcı diyaloglardır. Bir an karakterler hayat memat meselesi bir durumu tartışırken, bir sonraki an hamburger soslarının lezzetini tartışmaya başlarlar. Bu sıradanlık, olayların ciddiyetini küçümseyerek bize başka bir pencere açar.
Elbette bu anlatı tarzı herkes için değildir. Bazıları için fazla karmaşık ya da yorucu olabilir. Çünkü postmodern anlatılar genellikle izleyicinin konfor alanını terk etmesini ister. Net cevaplar yerine bolca soru bırakır. Kim haklı, kim haksız? Aslında bu, izleyicinin yanıtlaması gereken bir sorudur. Yönetmen ya da senarist, size bir sonuç sunmaz. Bu da, filmi izlerken ve sonrasında sizi kendi düşüncelerinizle baş başa bırakır.
Bir de işin içine zaman kavramını sokalım. Postmodern sinema, zamanla oynamayı sever. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasındaki sınırlar bulanıklaşır. David Lynch’in filmleri mesela, bunu sık sık yapar. İzlerken "Bu sahne önce mi, sonra mı oluyor?" diye düşünürsünüz. Cevabı bulmak bir yana, cevabı bulmanız gerekip gerekmediğini bile sorgularsınız. Bazen bu karmaşa içinde kaybolur ama garip bir şekilde bundan keyif alırsınız. Çünkü postmodern sinema, size yalnızca bir hikâye sunmakla kalmaz; aynı zamanda düşünsel bir deneyim yaşatır.
Görsel estetik de postmodern anlatının ayrılmaz bir parçasıdır. Parlak renkler, absürt kamera açıları, hatta bazen sahnenin gerçekliğini bozan görsel efektler… Bunların hepsi, hikâyeyi anlatmanın bir yolu olmaktan çıkar ve hikâyenin kendisi haline gelir. Wes Anderson’un filmlerinde gördüğümüz o simetrik kadrajlar, aşırı teatral sahneler ve pastel tonlar, karakterlerin duygularını ya da olayların atmosferini anlatmaktan çok, izleyiciye "Bu bir film, unutma!" der gibi bir his verir. Postmodern sinema, izleyicinin gerçeklikle bağlantısını kesip tamamen bir sanat eseriyle baş başa bırakır.