Betül DEMİR'in 5 Aralık 2024 tarihli yazısı: Kaygının Tutsağı mıyız?
Birçok sabah, gözlerimizi açar açmaz bir ağırlık hissediyoruz. Sanki o gün yapmamız gereken her şey, karşılaşacağımız her olay zihnimizde devasa bir listeye dönüşmüş ve o listeyi tamamlamak için sonsuz bir yarışa girmişimiz gibi. Bu ağırlık, çoğu zaman adını koymakta zorlandığımız, ama hepimizin bir şekilde hissettiği bir duygu: kaygı.
Kaygı öyle bir şey ki, hayatın her anına sızmayı başarıyor. Market alışverişinde hangi ürünü alacağına karar verememekten, gelecekte ne olacağımıza dair duyulan belirsizliklere kadar geniş bir yelpazede kendini hissettiriyor. Bir yandan bizi tetikte tutuyor, diğer yandan ise bazen öyle bir hale geliyor ki tüm enerjimizi emiyor. Peki, neden bu kadar kaygılıyız? Daha da önemlisi, bu kaygıdan kaçmak mümkün mü?
Bir düşünün; sosyal medyada gezinirken gördüğümüz her paylaşım, başarı hikâyeleri, pırıl pırıl hayatlar… Bunların arasında kendi hayatımıza baktığımızda hep bir eksiklik hissiyle baş başa kalıyoruz. "Ben neden böyle hissetmiyorum?" diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Sanki herkes bir şekilde doğru yapıyor da biz bir yerde hata yapıyoruz gibi. İşte bu his, kaygının bir başka yüzü. Kendimizi başkalarıyla kıyasladıkça büyüyen ve derinleşen bir korku.
Ama bu sadece modern çağın getirdiği bir durum değil. Aslında kaygı insanlık tarihi kadar eski bir duygu. İlkel insanlar, ormanda karşılarına çıkabilecek bir yırtıcıdan kaygı duyarak hayatta kalma şansı bulmuşlardı. Bugün ise yırtıcılar yerini faturalar, iş görüşmeleri ve kişisel beklentilere bıraktı. Fakat ilginç bir şekilde, bedenimiz hâlâ o eski alarm sistemine göre çalışıyor. Yani bir iş görüşmesine giderken hissettiğimiz terleme, kalp çarpıntısı ya da mide bulantısı, bir aslanla karşılaşmış gibi tepki vermemizden kaynaklanıyor.
Kaygının bizi en çok zorladığı anlar genelde durup düşünme fırsatımızın olmadığı, o duyguya kapılıp sürüklendiğimiz zamanlar oluyor. Zihnimizin içinde bir fırtına kopuyor, her şey kontrolden çıkmış gibi hissediyoruz. Bu durumlarda ne yapmak gerekiyor peki? Çoğumuz kaygıyı bastırmaya çalışıyoruz, sanki hissetmezsek yok olacakmış gibi. Oysa belki de ilk adım, kaygıya biraz daha anlayışla yaklaşmak olabilir. Onun bir düşman değil, aslında bir mesaj taşıyıcısı olduğunu kabul etmek.
Belki kaygı bize şunu söylüyor: "Dur ve bir bak, bu kadar yüklenmek zorunda değilsin" Ya da "Her şeyin kontrolünde olmadığını kabul et" Zaten çoğu zaman en büyük kaygı kaynaklarımızdan biri de kontrol edemeyeceğimiz şeyleri kontrol etmeye çalışmamızdan kaynaklanıyor. Kendimize biraz daha şefkatle yaklaşıp, bu kontrol ihtiyacından vazgeçtiğimizde belki de o tutsaklık hissi biraz hafifler.