Mehmet KÜÇÜKEKEN'in 5 Aralık 2024 tarihli yazısı: Kaymakamın Gözlüğü
Anadolu, her köşesinde tarihi, kültürü ve insan hikayelerini taşıyan bir medeniyetler müzesi.
Yolları kıvrım kıvrım, dağları çıplak, ovaları dazlak, yazı yakar, kışı çarpar adamı.
Yıkılan şehirlerin üstene tekrar kurulan kentler…
Altı mezar, üstü mezar.
Ölüler, harçsız yapılmış dört duvarın içinde hapis. Yaşayanlar ise bulundukları köyün ya da ilçenin içinde müebbet yemiş mahpus.
Yaşayanlar derken; nefes alıp veren, içecek bir tas çorbası olan ve çorbanın yanında bir parça somun ekmek bulan kişiler. Ocağında çay, kahve pişen, kapısının önünde atı bağlı olan, ahırında bir çift öküzü bulunan, evinin damı akmayanın zengin sayıldığı bir coğrafya. Tabakasında iki sarımlık cigarası bulunan ama ‘’O da biterse!’’ diye hayıflanan, bir türlü çakamadığı gaz kokan paslı çakmağı bir elinde, diğer elinde bırakmadığı ata yadigarı tespihi, başında kasketi, ruhu cebindeki köstekli saatin emrine girmiş, zamanı zamansız yaşayan kalender adamlar.
Evler kerpiçten ve yıkık, halısı hasır, döşeği çul olan evlerde vatana kurban olsun diye erkek çocuk büyüten ve de vatana kurban olacak çocuklar doğursun diye kız evlatlarını yetiştiren analar, bulgur bulamaç da olsa aş pişiren, yoksulluğun işgaline uğramış evi çekip çeviren, tarladan ahıra her işe yeten, yorulmayan ve yıkılmayan analar. Anadolu ki hanelerde ana yıkılırsa ev dağılır, ocak söner…
Damdan dama atlayan kediler gibi üç-beş çocuk bir arada, oradan oraya, buradan oraya çığlık çığlığa ama seslerini duyan kimse yok. Herkes işinde gücünde, tarlasında, ahırında, bağında, bostanında çalışmakla meşgul. Akşam yemeği yedikten sonra çocuklar için yaşamın derin bir uyku ile bittiği karanlık gece. Geceler, ömür hesabından düşülmeli mi Anadolu topraklarında bunu da siz düşünün?
Dedim ya burada yaşayanlar kendi memleketlerinde mahpus. Ya askere kınalanarak çıkarsın ya da yakındaki köye gelin olarak. Giden dönmez, gittiği yer vatanı olur, yurdu olur. Yiğidimiz baba toprağını çalışıp teri ile sularken, vatan toprağını da kanı ile sular. Kızımızın her daim gözü yaşlıdır, sılada gurbetlik yakar yüreğini.
Her yerinde geçmişten gelen bir yalnızlığı anlatan, kendi yağında kavrulan iller, kasabalar ve köyler.
Kaderini kabullenmiş insanların, umutsuzluk girdabında boynunu bükmüş başakların taneleri gibi savrulduğu kınalı topraklar. Bu yaşam tarzı, kaderciliğin ötesinde, direnç ve sadeliğin bir örneğidir aynı zamanda.
Kısacası, yiğidin harman olduğu topraklar…
Kaymakamın, hakimin, jandarma komutanının, mal müdürünün, belediye reisinin, öğretmenin, doktorun, imamın, ebenin, baytarın, ziraat mühendisinin, muhtarın kanun sayıldığı, kendilerine hürmette kusur edilmeyen, bekçinin düdüğünün silah sesinden daha etkili olduğu zamanlar. Tayinle gelenlerin, evvelden gelenlerden itibarının yüksek olduğu durumlar…
Anadolu’nun en ücra kasabasında bir gün kaymakam bey, toplantı bitimi hazıruna ‘’Bir maç tertip eyleyin!’’ demiş. Kasabada bir hareketlenme, hemen düz bir yer bulunmuş, tahtadan kale direkleri çakılmış, yün iplerden ağ şeklinde file örülmüş genç kızlar tarafından binbir emekle, kireçten saha çizgileri çekilmiş, sahadaki otlar askerlerce yolunmuş derken meşin yuvarlakta vilayetten bulunup zor bela getirilmiş. Belediye hoparlöründen duyuru yapılmış, çevre köylere ulaklar ile haber salınmış, hatta sokak aralarında tellal bile dolaşmış.
Maç günü meydan kalabalıktan geçilmiyor. Anadolu insanı maçtan ziyade geçim derdinde ama yine de sahada neler olacağını merak ediyor. Takımlar kurulmuş, bir tarafta kaymakam, hakim, savcı, doktor, öğretmen, ziraat mühendisi, jandarma komutanı başçavuş, belediye başkanı, muhtar, imam, baytar diğer tarafta da kasabanın gençleri ve jandarma erleri. Genç takım önceden tembih edilmiş sıkı sıkıya komutan ve belediye başkanı tarafından nasıl oynayacakları hakkında.
Maçın hakemi, bekçi. ‘’Neden?’’ diye sorarsanız düdüğü var. Bir takım okumuş, eğitimli ve protokol diğer takım genç ve sıkı sıkı tembihlenmiş. Bekçinin düdüğü öttürmesi ile maç başlıyor ama kasabalı tedirgin. Akıllarda hep aynı soru:
- Bekçi neden düdüğü öttürdü.
- Yanlış bir durum mu var?
Kasabanın gençlerinden ve jandarma erlerinden oluşan takım mükemmel oynuyor ama nedense gol atmıyor bir türlü. Meşin yuvarlak genç takımın ayaklarından bir türlü ayrılmıyor yeni doğmuş bebeğin annesinden ayrılmadığı gibi. Fakat ilginç şeyler de oluyor sahada, bir süredir kaymakam, doktor, hakim maçı bırakmış, sahanın orta yerinde eğilmiş aynı noktaya bakıp duruyor. Durumu ilerden bir süre dikkatlice izleyen jandarma komutanı başçavuş koşarak yanlarına gelip:
- Sayın kaymakamım ne oldu?
Kaymakam:
- Gözlük! diyor ve aynı noktaya bakmaya devam ediyor. Hakim ve doktor da aynı noktaya bakarak:
- Kaymakamın gözlüğü!
Jandarma komutanı başçavuş da onların baktığı noktaya doğru bakınca gözlüğü hemen fark edip, alıyor ve kaymakama veriyor. Kaymakam gözlüğü takınca, bekçiye doğru dönüp işaret ediyor ve bekçi tüm gücüyle düdüğü öttürüyor. Bekçinin düdüğü ile kasabalı yine panikte, genç takım olduğu yerde donup kalmış, önce kaymakam sonra protokol sırasıyla diğer erkan, sahadan ayrılıyor. Vakit geçmeden tüm kasabalı kaymakam, hakim ve doktorun sahada baktığı noktanın etrafında aynı noktaya merakla bakıyor. Otları yolunmuş topraktan başka bir şey yok görünürde.
Bakıp da göremedikleri bir şey mi var acaba?
Akşam olurken de yavaş yavaş kasabalı sahadan ayrılmış, koyun kuzu dağılmış, köylü köyüne evli evine gitmiş.
Bir süre sonra durum tüm ayrıntıları ile anlaşılmış da zaten. Doktor ve hakim maça çıkarken: ‘’Gözlüklerimiz zarar görmesin!’’ diye gözlüklerini çıkarmışlar, maç esnasında da kaymakamın gözlüğü yere düşmüş ve hep birlikte aramaya başlamışlar fakat yerde gözlerinin önünde duran gözlüğü; üçü de gözlüksüz oldukları için görememiş ve uzun bir süre aynı noktaya biçare bakıp durmuşlar. Durumu fark eden jandarma komutanı başçavuş ise keskin gözleri ile kaymakamın gözlüğünü bulup, vermiş.
Gözlükteki keramet nedir?
Gözlük, Anadolu insanını ve sorunlarını anlamaya yönelik bir metafor olarak dikkat çekmiyor mu sizce de?
Kaymakam, doktor ve hakimin gözlükleri olmadan baktığı ama göremediği yerde, aslında anlatılmak istenen şey nedir?
Sorunları görmek için sadece araçlar yeterli mi yoksa gerçek bir farkındalık ve gönül gözü de gerekir mi?
Eğitimli olmak, makam sahibi olmak ya da güçlü bir pozisyonda olmak, çözüm üretmek için tek başına yeterli midir?
Ne kadar eğitimli olursan ol, ne kadar makam sahibi olursan ol, ne kadar mevki sahibi olursan ol gözünden gözlüğü çıkarınca kaymakamsan resmi yazıyı okuyamıyorsun, doktorsan ameliyat edemiyorsun, hakimsen dava dosyasını inceleyemiyorsun, öğretmensen ders kitabını okuyamıyorsun velhasıl kim olursan ol, önünü bile göremiyorsun.
Oysa görmek için, gözlüğe değil göze bile gerek yok!
Gönül gözünüzden baktığınızda Anadolu’yu ve Anadolu insanını tüm sadeliği ile görebilirsiniz. Vatanlaşan şehitlerimiz başta olmak üzere Anadolu’nun bağrından çıkan gaziler, gazilik bekleyen kahramanlar, astsubaylar, uzman çavuşlar, sözleşmeli askerler; analarının vatana kurban olsun diye yetiştirdiği evlatlardır, bu evlatların eşleri de gurbet yolu gözleyen vatana kurban olacak yiğitler doğursun diye yetiştirilen kızlarımız. Ve çocukları; damdan dama atlayan kediler gibi çığlık çığlığa oyunlar oynamıyor arkadaşlarıyla parkta ya da bahçede, pencerede ‘’Babam gelsin!’’ diye bekliyor.
Astsubaylar özlük haklarında iyileştirme, tazminat ve maaş bağlama oranlarında artış bekliyor.
Uzman Çavuşlar kadro ve özlük haklarında düzenleme bekliyor.
Gazi sayılmayan kahraman askerler, gazilik bekliyor.
Sivil Memurlar, yardımcı hizmetler sınıfının kalkmasını bekliyor.
Emekliler, maaş artışı bekliyor.
Toprak, yağmur bekliyor.
Bayrak, rüzgar bekliyor.
Ve herkes, bir noktaya bakıyor!
Mesele, kaymakamın gözlüğü değil!