Betül Gökçe AKGÖL'ün 19 Mart 2024 tarihli yazısı: Roma: Tarihle Dans Eden Şehir

“Roma tüm yolların başlangıcıdır” demiş Romalı şair Vergilius.

Gözünüzü şenlendiren, başınızı döndüren, kalbinizi hızlandıran ve ayaklarınızı yoran bir şehir Roma. Her sokakta görülecek sürprizleri, tadılacak lezzetleri var. Belki biraz klişe gelebilir ama tarihin, kültürün, sanatın beşiği burası.

İtalya’nın başkenti Roma, kuşkusuz Avrupa’nın ve dünyanın en önemli şehirlerinden biri. M.Ö. 8. Yy’a kadar uzanan tarihi ile Antik Roma’dan Roma İmparatorluğu’na, Rönesans’tan günümüze binlerce yıllık geçmişe ev sahipliği yapan Roma, tıpkı tarihe başkentlik etmiş bir diğer şehir olan İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. Uzun ve görkemli tarihi sayesinde birçok antik esere, yapıya ev sahipliği yapıyor.

İnsanlık tarihinde eşsiz bir yeri olan Roma düşünüldüğünde akla gelen ilk yerlerden biri Kolezyum. Adını, girişinde bulunan Colossus Neronis Heykeli’nden alan bu yapı, adeta kemerlerden oluşan bir senfoni gibi oldukça ihtişamlı bir görünüme sahip. Gerçekliğinden şüphe edilebilecek kadar ihtişamlı olan Kolezyum’da tiyatro oyunları, taç giyme törenleri, idamlar ve tarihin en kanlı gladyatör savaşları düzenlenirdi. Bu dövüşler o kadar kanlıydı ki zemin çadır bezi ve kumla örtülürdü. Bir zamanların ölüm mabedi Kolezyum, bugün kötü hatıraları kovmak için dünyada bir yerde idam cezası kaldırıldığında ışıklarını beyazdan altın rengine çeviriyor. Bugün hala bu görkemli yapının duvarları, her bir taşı hala bizimle konuşur gibi, tarihten kesitler sunmakta.

Roma’nın önemli simgelerinden biri de İspanyol Merdivenleri. Francesco de Sanctis’in kelebek şeklinde, iddiaya göre Flamenko adımlarına göre tasarladığı merdivenler eskiden sanatçıların buluşma mekanıyken şimdilerde Roma yorgunlarının soluklanma yerine dönüşmüş. 138 basamaktan oluşan bu merdivenlerin en üst kısmında ise zarif kulesi ve kubbesiyle Trinita dei Manti Kilisesi bulunmakta. Kiliseden baktığınızda bütün Roma ayaklarınızın altındaymış gibi gelecek. Merdivenlerin sonundaki Barcaccia denilen bot şeklindeki çeşme ise Tiber Nehri’nde 1598’deki sele ithafen yapılmış. Bu merdivenlerde, birbiriyle sohbet eden, Roma’nın lezzetinin tadına bakan arkadaş gruplarını, yorgunluktan bitap düşmüş turistleri görebilirsiniz. Hatta şanslıysanız merdivenlerde yılda bir düzenlenen moda şovuna ve dünyaca ünlü modellerin defilesine denk gelebilirsiniz.

Şehrin önemli yapılarından biri olan Pantheon, şehrin en eski yapısı. Olağanüstü dairesel yapısı, yekpare kubbesi ve kubbedeki açıklıktan yayılan ışık huzmeleri onu eşsiz kılar.Roma İmparatorluğu zamanında “Tanrıların Evi” olarak anılan bu yapı, günümüzde ibadethanenin yanı sıra müze olarak da kullanılmakta. Roma’daki tek beton kubbeye sahip olan bu görkemli yapı göğe yükseldikçe büyülenmemek elde değil. Pantheon’un geniş meydanla buluşması ise adeta görsel bir şölen.

Roma’nın olmazsa olmazlarından biri de çeşmeleridir. Siz nereye bakacağınızı şaşırmışken, her köşe başında, her meydanda hatta her sokak arasında karşınıza bir çeşme çıkabilir. Şehrin en büyük Barok çeşmesi olan Trevi Çeşmesi, çok turistik olsa da bence birkaç fotoğrafa değer. Ayrıca bu çeşme yüzyıllardan beri süregelmiş bir ritüele de ev sahipliği yapar. Çeşmeye sırtını dönüp sağ eliyle sol omzuna doğru üç bozuk para atanların bir daha Roma’ya geleceği rivayet edilir. 1732’de Nicola Salvi’nin tasarladığı çeşmenin temel figürü deniz tanrısı Neptün ve yarı balık, yarı insan biçimindeki Tritonlardır. Çeşme’nin ortasında ise Poseidon, solunda Demeter ve sağında Hygieia heykelleri bulunmaktadır. Bu heykellerle Çeşme, bir tiyatro sahnesini andırır.

İnce bir çizgi ile Roma’dan ayrılan dünyanın en küçük ülkesi Vatikan’a hayran olmamak ise imkansız. Papa’nın dini lider olduğu ve Katolik Kilisesi’nin merkezi olarak kabul edilen bu devlet, yalnızca 44 hektarlık bir alanı kapsasa da tarih boyunca büyük bir etki bırakmıştır. 284 sütunla çevrilmiş elips şeklindeki Vatikan Meydanı, Papa’nın halka seslendiği St. Pietro Bazilikası, önemli sanat eserlerinin ev sahibi, Rönesans’ta yapılan, dünyanın en büyük müzeleri Vatikan Müzeleri de burada. Tüm gününüzü rahatlıkla geçirebileceğiniz bu müzelerde, mumyalar, lahitler, İtalya haritaları ve vazolar arasında dolaşırken Transfigürasyon ile Atina Okulu’nun yer aldığı Raphael Odaları ve elbette Sistine Şapeli mutlaka görülmeli.

Tüm bunlarla birlikte Roma’nın sokakları ve meydanları, şehrin büyüleyici atmosferini yansıtan birer ayna gibi. Dar ve taş döşemeli sokaklar, adeta bir açık hava müzesini andırırken, meydanlar ise şehirdeki sosyal hayatın kalbi. Piazza Navona, şehrin en bilinen meydanı. Gündüzü ayrı gecesi ayrı eğlenceli meydanın bir zamanlar 30 bin kişilik Dominitian Stadyumu olduğunu hayal edebilir misiniz? Meydan stadın şeklinde ve ölçülerinde yapılmış. Barok tarzının başyapıtı meydanda, mimar Gian Lorenzo Bernini’nin “Dört Nehir Çeşmesi”, Francesco Borromini ve Pietro da Cortona’nın çalışmaları vardır. Hatta rivayete göre bu meydan Bernini ve Borromini’nin rekabetini sembolize eder. Bernini nehir tanrıları ile paganizmi yansıtırken Borromini aynı meydanda Sant’Agnese Kilisesi ile Hıristiyanlığı temsil eder.

Elbette Roma’nın bütün tarihini ve eserlerini bu kadarla anlatmak mümkün değil. Bir kısmını da sizin keşfinize bırakıyorum. Her yol Roma’ya çıkar mı bilinmez ama siz ne yapın edin yolunuzu bir gün mutlaka Roma’ya düşürün. Kocaman pizzalara gömülün, el yapımı soslu makarnalarından yiyin, ağız sulandıran dondurmalarına gömülün ve illa ki şehrin belli başlı yerlerini gezin!