Mürvet KARA'nın 17 Ocak 2024 tarihli yazısı: Tek Başına Kalmak ve Yalnız Kalmak Arasındaki Fark Nedir?
Çoğu zaman “yalnızlık”la “tek başına kalma”nın aynı olduğunu zannederiz. Oysa her yalnız insan, tek başına değildir. Her tek başına insan da yalnız değildir. Türlü sebeplerle yalnız hissedebiliriz. Çoğu zaman anlaşılamamak bunun temel nedenidir. Kendimizi anlatamadığımız zaman da yalnız kalmışız demektir. Hatta pek çoğumuz birçok zaman yalnızızdır.
Tek başına kalmak, daha çok fiziksel bir tekilliği ifade eder. Etrafta bizi dinlemek için, yanımızda bulunmak için can atan insanlar olsa bile bir şekilde onlardan sıyrılmayı başardığımızda tek başına kalmış oluruz.
Yalnızlık ise fiziken bir tekilliği ifade etmemekle beraber, anlam dünyası bakımından ötekilerden soyutlandığımız anlamına gelir. Yalnızlık bu bakımdan çözülmesi daha büyük bir problem gibi görünür. Oysa tek başına kalmak için ısrarcı olduğumuzda bu, yalnızlığımızdan çok daha dramatik bir hâl alır. Tek başınalık; sürekli kaçmaya, kalabalıklardan sıyrılmaya, evin en kuytu köşesine ve gecenin en zifiri karanlığına çekilmektir. Bir çeşit fildişi kule sendromudur.
Yalnızlık, zamanla tek başınalığa evrilebilir. Tek başınalık ise bir noktadan sonra vurdumduymazlığa dönüşerek yalnızlığa çıkabilir. Pekâlâ sevdiklerimizin yanındayken de yalnız hissetmemiz normal midir? Etraftakiler, iç dünyamızda olup bitene yabancı ise evet normaldir. Hele ki bunlar, anlamasını beklediğimiz kişilerse çok daha normaldir.
Kalabalıkların içerisinde yalnız hisetmekse tamamen gündelik rutinlerimizi gerçekleştirirken maruz kaldığımız insanlarla mecburi olarak bir mekânda bulunma hâlidir ve bu durum bir süre sonra “ben” tarafından kanıksanır. İnsan bu ontolojik krizin pençesinde sürekli can çekişir fakat bünye bu acıya alışmıştır. Derisi kalınlaşmıştır. Pek çok zaman bunu hissetmez bile. Ancak bir nokta gelir ki yalnızlık, diğer her şeyin sesini kısar. Hayata bir parantez açar ve “Ben buradayım” der. İşte o zaman “ben”in bağışıklık sistemi bu virüsle büyük bir savaş verir. Düşünceler dış dünyanın seslerinin önünde orkestra performansı sergilemeye başlar. Diğer her şey yalnızca ses çıkartan nesnelere dönüşür. Ben, olaylara dışarıdan bakmaya, hatta bir süre sonra bakmamaya başlar.
Anne karnında büyüyen fetüs, doğum vasıtasıyla dünyaya geldiğinde de bu var oluş krizinin etkisindedir. Bizim dilimizi anlamaz. Biz de onun dilini anlamayız. Kendini ifade etmek için kısıtlı bir alanı vardır. Ağlamak, gülmek gibi… Tıpçılar ve filozoflar doğum sırasında bebeklerin ağlaması konusunda farklı düşünceler öne sürer. Tıpçılar, oksijenin akciğerlere ilk defa dolmasından kaynaklanan yanma hissi ile bebeğin dünyayla tanıştığı ilk anın acısını ağlamakla sonuçlandırdığını söyler. İkincisi ve daha felsefi olanı ise dünyaya fırlatılıp atılmışlığının verdiği sancıdır. Bu, bebeğin öz vatanından koptuğu ve gurbete düştüğü ilk andır. Ancak bebek bunun bilincinde değildir. Bebek, ana rahminden ve cennetinden atılmışlığıyla oksijenin ciğerlerini yakmasını aynı anda tecrübe etmiştir. Annenin güvenli kollarında dünyaya hazırlanır. Anne ona bu dünyanın dilini, koşullarını ve var oluş mücadelesini öğretir. Bebek ise anneye sancısını ifade etmekle meşguldür ancak dışarıda olan bitenden de bir o kadar soyutlanmıştır. Kendi ihtiyaçlarına, uykusuna, gazına, yemeğine odaklanmıştır. Bebeğin bu hâli, etraftaki konuşmaları birtakım anlamsız sesler olmaktan öteye taşımaması için önemli bir nedendir. Anne, bebeğin bakımını olması gerekene en yakın seviyede tutmak için tek başına kalmaya başlar. Anne, bebeğin aksine bilinçli bir tercih yapmıştır. Bebeğe ruhundan ruh üflemek için bu tek başınalık zaruridir. Ancak bebek henüz neyin içine fırlatılıp atılmış olduğunun bilincinde değildir. Bu bilinç-bilinçsizlik hâli teorik düzlemde bebeğin kalabalıklar içerisinde yalnız olduğunu gösterir. Bebek, neyin içine gönderildiğini her gün yeniden duyumsayan “dasein”ın henüz buna bir çözüm üretememişliğidir. Nitekim onunla ilgilenmek, oynamak, onu sevmek isteyen ilgi ve şefkat dolu yetişkinler dış dünyada beklemektedir. Ancak bebek, bu ilginin, sevginin ve şefkatin içine düşmüş oluşunun yanı sıra anlamlandırma noktasında sorun yaşar.
Bebek, ilk adımını atarken de okula başladığı ilk gün annesinin ardından ağlarken de ergenliğinde saçma sapan hareketler yaparken de büyümemekte ısrar ederken de bu yalnızlığın türlü formüllerle yapımını ve çözümünü keşfeder. Ancak bu bilgileri hayata geçirmek için de henüz batınen ve zahiren olgunlaşması gerektiğinin bilincinde değildir hatta bulduğu şeyin yalnızlığına çare olacağının da farkında değildir.
Zaman zaman hissettiğimiz var oluş krizleri, kesif yalnızlık duygusu bir şekilde tek başına kalma arzusuna dönüştüğünde, insan ana rahmine dönercesine bunu yapar. Ben, kendini yeniden doğurmak için, yeniden doğurduğu kendine ruhundan ruh üflemek için bu tek başınalığı bilinçli olarak seçer. Duyarlı bir bünye bu yalnızlık ve tek başınalık hâlleriyle, dünyaya fırlatılıp atılmışlığın ontolojik problemlerinin rahatsızlığıyla; kimliğinin, neliğinin, nasıllığının, oluşunun şifrelerini keşfe çıkar. Bu arayış, kimi zaman bir ürüne dönüşür ancak bu; “Ben kimim, buraya nasıl geldim, nasıl oldum, neyle oldum, ben neyim” gibi soruların yanıtı değildir. Çünkü insan anbean doğar ve ölür. Ölür ve yeniden doğar. Bu ölüp doğmaların arasında mevcudata karışan en elverişli benle yola devam eder. Oysa mücadeleye en elverişli olan da kim olduğu sorusunun yanıtını vermez. Ben, “Kimim ben” sorusunun cevabını ararken “mücadeleye en uygun olan hâlini seçen ben”i bulur. O ben, yeniden doğuşun çağladığı özdür. Bu öz; yalnızlığı tek başınalığa, tek başınalığı yalnızlığa dönüştüren özdür. Bebeğe, hayatta kalmak için ana dilini öğrenmeyi tercih ettiren özdür. Benin harekete geçme arzusudur bu. Oluşun deveranıyla deveran eder ve yaşamla ölüm arasına sırat köprüsünce çizilip bizi bir sarkaç misali üzerinde sallandırır. Eros ve Thanatos’un arasında cereyan eden savaş, beni inşa eder. O savaş her birimizin içerisinde ayrı ayrı tekraren gerçekleşir ve her birimizin içerisinde de birden çok defa zuhura gelir. Bu savaşın diğer adı “var oluş krizi”dir. Bu krizler dünden bugüne gelirken unuttuğumuz benin, yarına sağ çıkma arzusunun sonucudur. Yani savaş Thanatosça değil, Erosça çıkartılmıştır.
Yalnızlık, ben olmanın ilk adımıdır. Tek başınalık ise bir beni ben yapmak için olmazsa olmaz kuluçka dönemidir. Her ikisi de ontolojik krizlerle parçalanmış benin, depremzedeye dönmüş ruhun, kendini onarması için aralanmış lütuf kapılarıdır. Önemli olansa, varlığın “ben” kipinden “biz” kipine geçtiğimizde yanımızda kimlerin kaldığıdır.