Betül Gökçe AKGÖL'ün 22 Mart 2024 tarihli yazısı: Bir Sırça Fanusun İçinde

Çocukluğumdan beri okumayı çok severdim. Annem sayesinde yaşıtlarımın bilmediği çoğu yazarla erkenden tanışmış, eserlerini takip eder hale gelmiştim. Ancak tanıştıktan ve okuduktan sonra beni çok uzun süre düşündüren Sylvia Plath ile çok geç tanıştım. Üniversite birinci sınıfta 4 kişilik yurt odasında kalırken, oda arkadaşım sayesinde tanıştım Sylvia Plath’le…

Sylvia, 27 Ekim 1932’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Massachusetts Eyaletinin başkenti Boston’da dünyaya gelir. Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin kızı olan Sylvia, henüz sekiz yaşındayken otoriter bir baba figürü olduğu düşünülen Otto Plath‘ın ani ölümüyle yüzleşmek zorunda kalır. Babasının, şeker hastalığına bağlı gelişen kangrenden dolayı gerçekleşen ani ölümü, Sylvia’nın hayatında kapanmayan bir yara haline gelir. Bu nedenle eserlerinde sıklıkla baba figüründen bahseder.

İlk şiirini babasını kaybettiğinde yazan Sylvia, 1950 yılında kazandığı burs ile Smith College’e girer. Öğrencilik hayatında oldukça başarılı hayat sürer ve üniversitenin kendi yayını olan The Smith Review‘da editörlük yapmaya başlar. Bu başarısı sayesinde 1953 yılında Mademoiselle dergisinden editörlük teklifi alır ve arkasından bir sürü kötü olay gerçekleşir. İlk intihar girişiminde bulunduğu ve kendisine klinik depresyon tanısı konulan bu dönemi, yarı otobiyografik özellik gösteren romanı “Sırça Fanus” eserinin temelini de oluşturur. Üniversite dönemine kadar yüzlerce şiiri olan Plath’in yazı dili kırılgan, karamsar ve hüzünlüdür.

Kendisine bir tanı konulmasının ardından ağır bir psikolojik tedavi sürecinden geçen Sylvia, okuldan en yüksek dereceyle mezun olur. Cambridge Üniversitesi’nde eğitimine devam eder. 1956 yılının başlarında katıldığı bir partide İngiliz şair Ted Hughes ile tanışır. Bence burası hayatının dönüm noktalarından birisi. Karşılıklı şiirler yazdıkları, fırtınalı bir aşk yaşamaya başladıktan sonra ikili kısa süre sonra Haziran 1956’da evlenme kararı aldılar. Ted, Sylvia’nın hayatının anlamı olmuştur adeta. Evliliklerinin pek yolunda gitmediği bilinse de çift Frieda ve Nicholas adında iki çocuk sahibi olmuşlardı.

Sylvia Plath ve Ted Hughes‘un sorunlu giden evlilikleri Sylvia’nın aldatıldığını öğrenmesiyle ayrılığa sürüklenir ve boşanma sürecini başlatan Sylvia, iki çocuğuyla birlikte kendine yeni bir hayat kurmak için Londra’daki bir apartmana taşınır. Ted ile evlendikten sonra Sylvia kendisini yaratıcılık açısından oldukça gerilemiş ve kısıtlanmış hisseder. Hayatının aşkı zannettiği Ted onu yalnız bırakır ve Sylvia kendisini evde çocuklarına bakan, dışarıda gezen kocasını bekleyen bir kadın olarak bulur. Hayatı boyunca ‘özgür ruhlu bir şair’ olmak ve toplum tarafından inşa edilen kadınlık ve erkeklik rolleriyle mücadele etmek isteyen Plath, anne ve eş olmaya zorlanarak bir nevi kendine ket vurur.

Londra’daki apartman dairesinde belki de hayatının edebi açıdan en yaratıcı ve üretken dönemine girerek October Poems, Lady Lazarus, Daddy ve Ariel gibi unutulmaz eserlerini yazar. Edebi dehası ve üretkenliğine rağmen Sylvia Plath‘ın hayatı boyunca mücadele etmek durumunda kaldığı depresyonu nüksetmişti. Bu dönem, şiddetli uykusuzluk ve kilo kaybı yaşayan Plath, şikayetleri doğrultusunda antidepresan tedavisine başlamış olsa da “Sırça Fanus” romanının yayımlanmasından yaklaşık iki hafta sonra, 11 Şubat 1963’te henüz otuz yaşındayken hayatına son verecek nihai girişiminde bulunur.

Günümüzde Sylvia Plath popüler kültür tarafından trajik ölümüyle ve akıl hastalığıyla ilişkilendiriliyor olsa da kendisinin usta bir yazar ve şair olmanın yanı sıra yirminci yüzyıl edebiyatında çığır açan eşsiz bir deha olduğu bir gerçek.

Çok küçük yaşlarda başlayan edebi kariyerine 400’den fazla şiir, günlük, birçok yarışma birinciliği sığdırmıştır. Ayrıca Editörlüğü Ted Hughes tarafından yapılan The Collected Poems kitabı 1982 yılında Pulitzer Ödülü kazanarak Sylvia Plath’ı ölümünden sonra bu başarıyı elde eden nadir şairler arasında yerini almasını sağlamıştır. Şahsi deneyimlerini kurgulamada usta olan Sylvia’nın psikolojik mücadelesini Lady Lazarus ve The Bell Jar gibi eserlerinde, ailevi ilişkilerini Daddy eserinde, anneliğini Morning Song eserinde, evliliğini Ariel eserinde kaçınılmaz olarak gözlemleyebilmekteyiz. Dolayısıyla Sylvia Plath‘ın kendisinden bir parça kattığı edebiyatına ve eserlerine göz atmak hem yazar hakkında fikir sahibi olmak hem de eşsiz bir okuyucu deneyimi yaşamak açısından kaçırılmayacak bir fırsat haline geliyor.

Benden küçük bir bonus: Sylvia’yı tanımanın bir başka yolu da Christine Jeffs yönetmenliğindeki Sylvia filmini izlemek. Daha 30 yaşındayken yaşamına son veren Sylvia’nın hayatı, oyuncu Gwyneth Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filminde başarılı bir olay örgüsüyle anlatılıyor.