Mürvet KARA'nın 6 Mart 2024 tarihli yazısı: Bugün Sende İstanbul’u Gördüm
Gördüklerim ne sende olanlardı ne de senin sende görülmesini istediklerindi. Ben bugün sana baktığımda sadece görmek istediklerimi gördüm. Sen bana baktığında ne görmüştün?
Bu sabah, Küçük Çamlıca’nın Karadeniz’den esen rüzgârları uyandırdı beni. Sırtımda yeşil yaprakları vardı Çamlıca Tepesi’nin.
Bugün sende İstanbul’u gördüm. Martılar çığlık çığlığa geçiyordu vapurların üzerinden. Ellerinde simit parçalarıyla yarışıyordun güvertedekilerle. “Hangimizin simidini havada kapacak işte şu martılar” diyordun.
Kanlıca’da yoğurt yedim bugün seninle. Fark ettin mi? Haliç’in insanı hayattan bıktıran kokusunu, birlikte burnumuzdan içeri çektik.
Kumkapı balıkçılarına uğradık, Bebek Sahili’nde yürüdük, Yıldız Parkı’nda Abdülhamit’ten konuştuk, Ortaköy kumpircilerinden kumpir yedik. Benim karnım ağrıdı o kadar karbonhidrattan. Kalktık Beşiktaş üstünden Dolmabahçe’ye geçtik seninle. Anladın mı, yola neden çıktığımızı? Dolmabahçe’de durduk. Bir miktar söyleştik seninle.
İnönü Stadı’nı sırtlayan yokuşu tırmanarak Gümüşsuyu’na çıktık sonra. İTÜ’ye şöyle bir baktık. Yolumuz makseme gidiyordu. Maksemde duracaktık ve makseme gelene kadar hiç mola vermeyecektik. Böyle konuştuk. Merakla bekledin makseme gelmeyi. Bir zaman sonra geldik de. “Ee” dedin. “Nesi var bu taş binanın?”
“Bu bina, Taksim’in ortasında duruyor, Taksim’e de ismini veriyor. Maksem, ‘taksim edilen yer’ demektir”. “Peki ama neyi taksim ediyor bu İstanbullular burada” dedin. “Suyu” dedim. İstanbul, tarihin tozlu sayfalarından bu yana her daim su sıkıntısı çekmiş bir kenttir. Burası Belgrad Ormanı ve Bahçeköy derelerinden gelen suların bölündüğü yani taksim edildiği yerdi.
İnsanlar burada taksim edilen suları, evlerinde kullanırdı azizim. Taksim bu yüzden meydan oldu. Taksim bu yüzden herkesin uğradığı bir yer hâline geldi. Dolayısıyla da Yeşilçam Sokağı, insanların en çok uğradığı yerlerden birinde kuruldu.
Şimdi önünde durduğumuz bu ufacık taş bina, insanlara hayat dağıttı. Ancak zamanla bambaşka hâllere büründü. Bugün bu maksemin önünde seyyar kestaneciler, simitçiler ve ne yaptığını bilmeyen kalabalıklar var. Bugün bu maksemin önünde biz varız. Ellerimizde birer karton bardakta ılık çay ve simitle, geleni geçeni gözetliyoruz.
Biz de burada bölünüyoruz seninle azizim. Artık sende İstanbul’u görmüyorum. Artık sana baktığımda oradan oraya taşınan sular gibi göçebe ve su nereye akarsa oraya giden toprak tanelerini görüyorum.
Kendime bakıyorum. Ben bir rüzgâr gibi esiyorum. Ben estiğim için sen bağlı olduğun topraktan ayrılıp suyun akışına kapılmıştın zaten.
İşte böyle cancağızım, ben sende ne görmek istersem onu görüyorum ama benim sende görmek istediklerim senin senden başka kimsenin bilmediği şeylere sahip olduğun gerçeğini değiştirmiyor.
Şimdi ben sende İstanbul’u görsem ne değişir, görmesem ne değişir? Sen sensin. Ben de benim. Ve biz seninle Ankara’nın göbeğinde bir masanın iki ucunda oturup konuşuyoruz.