Mürvet KARA'nın 12 Şubat 2024 tarihli yazısı: Şizofreni Çağında Gösteri Toplumu
Marshall McLuhan, şizofreninin, okuryazarlığın bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir. McLuhan’ın bu iddiasında okuryazarlık yalnızca alfabe ile mi mümkündür? Yoksa okuryazarlıktan kasıt, hayata dair temsilleri okumak ve yazmak mıdır? Biz bu yazıda okuryazarlığı, hayattaki temsilleri okumak ve yazmak şeklinde tanımlayacağız.
Bu ön kabulü cebimizde tuttuktan sonra şöyle diyebiliriz, “O hâlde şizofreni, hayat gailesinin içerisinde bir salgın hastalık gibi her an her birimizi içten içe kemiriyor.” Peki bu nasıl oluyor? İşte burada kendimizi inandırdığımız yalanlar devreye giriyor. Bu süreç, aklımıza gelebilecek tüm ön kabuller, ürettiğimiz tüm personalar, alfabe, hiyeroglif gibi yazılı kültürün ürünleri ve günümüzde dijital dünyada ürettiğimiz yeni temsiller ile işliyor.
Örneğin, elmanın elma olarak isimlendirilmesi bizi nesneyle kurduğumuz doğrudan ilişkiden kopartır. Artık elma ile kurduğumuz ilişki, onun nesnel ve fiziksel gerçeğini saran şizofrenik bir algı düzeyine geçmiştir. Kurduğumuz cümlelerle anlatmak istediğimiz anlamlar arasında da benzer bir durum oluşmaktadır. Nitekim Nietzsche de anlam ve dilin birbirini karşılamadığını ifade ederek bu konudaki görüşümüzü desteklemiştir. Ona göre dil, güdük bir vasıtadır.
Dil, beden dili, söz, logos ve göstergeye bağlı tüm unsurlar, dünyayla kurduğumuz ilişkiyi sanrılarla kuşatır. Böylece göstermeye bağlı bir toplum ortaya çıkar. Bu toplum artık, göstergelerle konuşan, göstergelerle var olan ve gösterisiz var olamayan bir toplumdur!
Gösteri, bir şeyi göze hitap edecek şekilde sunmak demektir. Yani göstermek burada temel nosyondur. Gösteri toplumunda -mış gibi yapmak, -mış gibi görünmek esastır. Instagram’da herkesin çok mutlu olması, Twitter’da herkesin kavga etmesi, televizyondaki Türk dizilerinde neredeyse tüm kadınların 90-60-90 olması buna örnektir. Bu durum aslında insan olmanın patolojisinden kaynaklansa da biz insanlar suçu; 21. Yüzyıla, Sanayi Devrimi’ne, tüfeğin icadına, Rönesans’a dayandırmayı seviyoruz.
Kafamızın içindekileri dile dökmekte zorlanmamız, bazen bir şeyin adını bir türlü söyleyemezken şeklinin gözümüzün önüne gelmesi işte bu sebeptendir. Bir şeyin aslı ile sureti arasındaki fark, günden güne büyüyerek önü alınamaz bir seviyeye geldikten sonra gösteri toplumu kavramıyla işin içinden çıkabileceğimizi zannetmek, büyük bir yanılgı olacaktır. Zira buradaki problem çok daha temelde bir yerde durmaktadır.
Nesnelerle kurduğumuz ilişkinin dolaylı olması, günümüz sosyal medya mecralarıyla birleştiğinde aslında yaşamadığımız hayatları insanlara sunduğumuz bir gösteri dünyasını doğurdu. Bu gösteri dünyasında her birimiz çok mutluyuz, çok eğleniyoruz ve bolluk içerisindeyiz veya hepimiz çok anlayışlı, çok duyarlı ve çok itidalliyiz. Belki de tam tersi; çok öfkeliyiz, çok gerginiz… Ama bunların hiçbiri gösterinin ötesine geçmemektedir. Çünkü orası, biz insanların beğeni, retweet ve takipçi sayılarımızı artırmak için gösterilerle süslediğimiz şizofrenik sanrılarımızla dolu. Bu sanrılarla kendimizi de başkalarını da kandırıyoruz ve her geçen gün daha mutsuz oluyoruz.
Sözün özü, biz zannediyoruz ki gösterilerimiz nasılsa biz de öyle oluruz. Etiketlerimiz neyse başkaları tarafından biz de öyle tanımlanırız. Oysa durum hiç de böyle değil. Onların birer etiket ve rol olduğunun farkına vardıktan sonra her şey, hiçbir şeye dönüşüyor. Yani “ben”e dair gösterdiğimiz her şey, hiçbir şeyi göstermiyor.