R. Bülend KIRMACI'nın 5 Nisan 2023 tarihli yazısı: Yön duygusunu yitirmenin maliyeti

UMUTLARI YİTİRMEMEK İÇİN…

Geçmişten biriken, günümüzde eklenen, yarına gitme eğilimi gösteren toplumun sorunlarını aşmak için bilimin ışığında, aklın doğrultusunda, ülkenin ve dünyanın gerçekliği temelinde kurumsal çalışmalar yapmak gerek. Hangi sorunların? Ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel sorunların… Bir toplumu etkileyen, bir devleti ilgilendiren ne varsa kimi özgül ağırlığı kimi iç içe geçmişliğiyle tüm sorunları çözmek, alanında uzman kişilerden oluşan takım oyunu ile olanaklı olur. Duralım ve düşünelim! Bizde, “bilim”, “akıl”, “gerçeklik”, “uzmanlık”, “liyakat”, “takım oyunu” var mıdır? Siyasette, devlet yönetiminde, yerel yönetimlerde, sanat ve spor organizasyonlarında, akademilerde, sendikalarda, demokratik kitle örgütlerinde, yukarıda saydığım değerler seti ne kadar geçerlidir? Ne yazık ki çok az kurumumuz bu değerlerle işlev yapmakta, iş görmekte, buna karşılık bir dolu kurumumuz “tek adama bağlı”, partizanlık ve adam sendecilik ile “el yordamıyla” faaliyette bulunmaktadır.

Sonuçta olan şudur: Türkiye, her alanda körlemesine uçmakta, gelişme hedefleri açısından irtifa kaybetmekte, dünyanın sert rekabet ortamında yön duygusunu giderek yitirmektedir.

Bu o kadar böyledir ki yaklaşan seçimler bağlamında siyasetin ülkemiz için, kurumlarımız için, ailelerimiz için, gençlerimiz için umut vadeden bir gelecek projeksiyonu olmadığı görülmekte, yön duygusu ile beraber umutlar da yitirilmektedir

Oysa geçmişte hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarında, topyekûn kalkınma adına elde ettiğimiz başarılar hatırdadır. Yerküre savaşlarla yanarken, kendi evimizi ateşten uzak tuttuğumuz, tarımda, sanayide, alt yapıda, okullar ve hastaneler dâhil sosyal devlet olma yolunda büyük adımlar attığımız kayıtlardadır. Bu başarıları elde etmemizin ana sebepleri; planlama anlayışı, ekip çalışması, uzmanlığa değer vermek, açık sistemler kurup yalan yanlış dedikoduların önüne geçmek yanı sıra olabildiğince özgür bir basın hayatını gözetmek olmuştur.

PLANLAMA EN BÜYÜK PUSULA

Gerçekten planlama bir büyük pusuladır. Ülkenin meri ve gelecek yıllarda hangi alanlarda, hangi niteliklerle donatılmış insan gücü ihtiyacı olacağından tutun da bölgelerin iklimsel özelliklerine uygun ve ihtiyaçlar ile dış satım tartısına vurularak hangi ürünlerin üretilmesi gerekeceğine, entegre nakliyat ve sağlıklı depolama koşullarını da gözeten şekilde hangi endüstriyel tesisin nerede kurulmasının yararlı olacağına dek planlama, iktisadi açıdan optimal tasarrufları gözler önüne seren bir faaliyettir. Hatta bunun kurumu da vardır. Bunun vaaz ettiği planların ise siyasal erkin değişimine karşı bağışıklığı ve dokunulmazlığı vardır. Öte yandan planlama, salt ekonomik de değil, köyü-kenti ayırmadan insanımızın, güzel sanatlar, müze, ören yerleri, tiyatrolar, opera-bale, müzik koroları, kütüphaneler gibi temel ihtiyaç setinin de ele alınmasında kullanılan değerli bir araçtır.

Planlamanın bir başka boyutu, dünya ülkelerinin ve komşularımızın olanak ve kısıtlarını, hedeflerini ve ittifaklarını göz önüne alarak ülkemiz yönetiminin ikili ve çok taraflı iktisadi ve kültürel ilişkilerde en doğru kararları almasında yol gösterici olma potansiyelidir.

Planlama olmadan yön duygumuzu kaybedeceğimiz çok açıktır.

Yön duygusu olmadan arabayı devireceğimiz, gemiyi karaya oturtacağımız ise tartışmasızdır. Gerçekten de öyle olmuştur. Öyle olmasaydı eğer, kamuyu ekonomiden bu denli çekmez, devlet yatırımlarıyla inşa edilen fabrikaları yabancılara peşkeş çekmez, “serbest piyasayı” “fiyatlar serbest, halk tutsak” olarak algılamaz ve uygulamazdık. Planlamanın sağlayacağı disiplin ve tutacağı ışıkla özel sektör çok daha önceden aile şirketi olmaktan kurtulur, profesyonel yönetimlere geçer, denetlenebilen bir borsa ile yatırımlara yönlendirilen bir bankacılık düzeninden sapmaya izin verilmezdi. Planlama geçerli olsaydı eğer, bugün ortaya çıkan “vergi verme, oy ver”, buna karşılık “kamu bütçesinden alıp sana-bana vereyim” şeklinde bir ayıplı anlayış her yere bu denli sirayet etmez ve özellikle siyaseti kolaydan belirleyemezdi…

PLANSIZLIĞIN, DİSİPLİNSİZLİĞİN KİMİ SONUÇLARI…

Evet bugün planlamayı kadük etmiş, yön duygusunu yitirmiş durumdayız. İşte bazı sonuçları:

- 500 milyar dolara yakın dış borcumuz var.

Kısa vadeli dış borçlar son derecede yüksek bir oranda.

- Bütçe açıklarının GSMH’ye oranı ve cari açık endişe verici boyutlarda,

Özelleştirmelerden yıllara sari elde edilen 50 milyar dolar, yıllık dış borcun yarısı.

- Tarımda kendine yeten ülkemiz, artık tarım ürünleri net ithalatçısı durumunda.

Gümrük Birliği dolayısıyla trilyonlarca TL kayba uğradık, uğramaktayız.

- Merkez Bankasının bankalara 9 puanla verdiği krediyi bankalar piyasaya 25’e veriyor.

Dünyanın en çok göç alan ülkesiyiz. Kentlerimizde mülkiyet yapısı değişime uğruyor.

- Son yıllarda tiyatrodan çok ıslahevi, operadan çok cezaevi açıldı.

İşsizlik yaman sorunumuz. Tüm ağırlığıyla bir kâbus gibi üzerime çöktü.

- Hayat pahalılığı aldı başını gidiyor, zamlar bir türlü dizginlenemiyor.

Üretim yetersiz. İthalat baskısı çok güçlü. Dış satımda teknolojik ürün az.

Bu maddeleri sabaha kadar uzatabiliriz. Bu tabloyla tümüyle bugün de tanışmadık.

Fakat yarını kuracak bir güncel planımız yok. Enerjide, tarımda devlet neden yatırım yapmaz, kooperatifler neden ihya edilmez, atanmayacaksa neden bunca öğretmen yetiştirilir, ziraat mühendisleri neden köreltilir de toplumsal kalkınmaya katılmaz diye sora sorgulaya dilimizde tüy, zihnimizde derman bitti.

YAKICI BİR SORUN OLARAK İSTİHDAM SORUNU

Değerli okurlarım, şu yukarıda yazdığım sorunlar arasında gelin en yakıcı olanlardan birini seçelim ve ona odaklanalım. Türkiye’nin birincil sorunu, istihdam meselesidir. Sermaye kıtlığı da bununla koşut bir sorundur.

İstihdamı artırmak için planlamanın yanı sıra tüm olanakları kullanmamız gerekmektedir. Atölyesinden tezgâhına, Anadolu’nun üretim kapasitesini bölge, yöre, köy, kent, hane, virane artırmak zorundayız. Bu belki (borçlanmayı kaçılamamak için) belli bir maliyet enflasyonuna da katlanmayı gerektirecektir ancak nihayetine istihdam ve üretim amaçlı her kaynak aktarımı ekonomimiz için katma değer yaratacaktır. Bunu yapmak için birikmiş kaynaklar üzerinde tasarruf yapmak, tasarruf katsayımızı artırmak zorundayız. Her üretim ve satıştan elde edeceğimiz gelirin prensip olarak %25’ini bir yana ayırmak ve yeniden yatırım için kullanmak zorundayız. Bu aynı zamanda artı emeğe el koymadan veya vergilere abanmadan kaynak sağlamanın da başlıca yoludur. Elbette bu edim, bu hedef vergide adalet hedefimizi de asla bir yana atacağımız anlamına gelmez, gelemez.

Öte yandan istihdamın sosyal profili/içeriği de çok önemli olup, emekçilerin gıda, barınma, yardımlar, emeklilik düzenlerini belli bir vasata taşımalı, o arada demokrasinin ve ekonomide bile demokrasinin gereği olarak sendikalaşmaya önem vermeliyiz. Bu anlamda değer bulan bir sendikacılık neoliberal düzeninin özelleştirme hoyratlığına karşı daha etkin şekilde kamunun destekçisi olabilir ve diğer yanda sınıf ve ücret sendikacılığına yoğunlaşmadan emekçi ve gerçekçi sendikacılık, topyekûn kalkınma arayışımıza önemli katkılar sağlayabilir. Nüfusunun %70’nin emekçi olduğu bir ülkede böyle bir anlayış gelişirse ve örneğin Ekonomik ve Sosyal Konsey yerli yerinde ve hakça değerlenirse bundan bütün kesimler kazançlı çıkar. Tüm bunları yaşama aktarmak en başta halka güven vermek ve halkla beraber geçerli bir planlama anlayışını ortaya koymakla olanaklı olacaktır.

DEMOKRATİK ve SOSYAL PLANLAMA

Türkiye’nin sosyalliğini yeniden yükseltmeye, kamu yatırımcılığının önemini bir kez daha keşfetmeye, demokratik bir disiplin anlayışıyla eğitiminden sağlığına, sosyal güvenliğinden ulusal bütünlüğüne her alanda halkına umut veren bir yön duygusunu geliştirmeye ihtiyacı vardır. İnsanımız çalışkan ve fedakârdır, yeter ki “Her şey insan için” diyen yönetimlerimiz olsun. Yeter ki “demokratik ve sosyal bir planlama” yapılsın ve uygulansın.