Baha YILMAZ'ın 14 Eylül 2023 tarihli köşe yazısı: Yüzde 52’nin Peşinde: Bir Muhafazakarlaşma Öyküsü
Çift turlu yaşadığımız son Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası kamuoyunda yoğun bir Millet İttifakı ve bu ittifakı oluşturan bileşenlerin tartışıldığı bir gündem görüyoruz. Bu durum çok da garip değil. Çünkü bir yenilginin olduğu aşikar ve bu yenilginin nedeni , hangi hataların yapıldığı konularının tartışılması da gerekiyor.
Ancak Cumhur ittifakının ve bu ittifakı oluşturan bileşenlerin karşılıklarını ve bu ittifakın siyasal ve sosyal tabanını hiç tartışmıyor ve irdelemiyoruz. Sanırım muhalefetin yaptığı hatalar kadar iktidar bloğunun yaptıklarını ve tabanını irdelemek gerekiyor. Bunun için de muhafazakâr kitlenin oluşumunu, dayandığı siyasal ve sosyal etmenleri anlamamız gerekiyor.
Hem iktidarın hem de muhalefetin dayandığı en büyük grup ise muhafazakârlar. O zaman muhafazakarlığı ve Türkiye’deki muhafazakârlığın ortaya çıkış süreçlerini biraz irdeleyelim.
Muhafazakârlık; öncelikle zengin olmak isteyenlerin değil, hâlihazırda zaten zengin olanların ideolojisidir. İşte tam da bu nedenle Türkiye gibi modernleşme ile yüzleşen toplumlarda en azından Avrupa tecrübesine birebir benzer bir muhafazakârlığın olması pek kolay değildir.
Avrupa örneğini açmakta fayda var. Özellikle İngiltere’de muhafazakarlık toprak sahiplerinin içinde taban bulmuş ve ideolojik bir alt yapı üretmiştir. Bir nevi ayan ya da derebeyleri diyebileceğimiz bu grup aynı zamanda bir geleneğin ve sermayenin sahibi olmuşlardır. Toprak üzerinden ürettikleri sermaye ve bu sermaye üzerinden ürettikleri değerleri muhafaza etme gereği duymuşlardır. Aynı zamanda bir sınıf olarak da karşılıkları bulunmaktadır. Örneğin bu sınıf müzikle, sanatla, felsefeyle, bilimle ilgilenmiş. Daha fazla üretebilmek için tarıma dayalı ekonomilerini artıracak teknoloji ve ürün gamlarını genişletecek çalışmaları gerçekleştirmiştir.
Oysa bizde muhafazakarlığın böylesi bir karşılığı yoktur. 1950’lerde başlayan köyden kente göç furyasının sonucunda kentlerin çevresinde yoğunlaşmış ve kent yoksulları dediğimiz bir grubu oluşturmuştur.
Köyleri Kente Taşıyan Hizmet: Ulaşım
Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte köylere kadar ulaşma arzusu ile ortaya çıkan ulaşım hizmeti arzusu bir yerde olumlu sonuçlanmakla beraber köylü nüfusumuzun köye gitmesi beklenen hizmetlerin gecikmesiyle beraber bir göçü tetiklemiştir. Diğer bir değişle kırsal kesime götürülen yol hizmeti köylüyü köyde tutmamış tam tersini köylü nüfusumuzu yollara dökmüştür. Denilebilir ki kamu otoritesini de bir açmaza sürüklemiştir. Köylü nüfusu köyde tutacak politikalar mı gerçekleştirilmeli yoksa kente göçmüş nüfusu rahatlatacak politikalar mı üretmeli? Maalesef dönemin hükümetleri ki bunların büyük bir bölümü sağ iktidarlar tarafından kurulmuş hükümetlerdir. Kentlere yerleşmiş köylü nüfusu tercih etmiştir. Tahmin edeceğiniz üzere bir oy deposu olarak görmüşlerdir.
Kentlerin çevresine yerleşen bu nüfusun oluşturduğu gecekondu bölgeleri yoğun bir kentleşme sorunu üretti. Planlamanın çok zayıf olduğu ülkemizde kentlere biriken sosyal yığınların kent değerleri karşısında tutundukları iki temel alan oluştu: Dindarlık ve milliyetçilik.
Şehirlerin Tenceresinde Pişen Muhafazakârlık
İlginç bir biçimde modern siyasal ideolojiler hem modernliğin bir ürünüdürler hem de modernliğin sonucudurlar. Hepsi şehirde ortaya çıkmışlardır. Şehir kamusallığında gelişmişlerdir. Başka bir deyişle Avrupa tarihinde, modernliğin inşası sürecinde ilişkisel olarak ortaya çıkmışlardır. Daha farklı bir ifadeyle aynı tencerede pişmişlerdir. Bizdeki muhafazakarlığın kırsalda değil şehirlerde gelişmesini garipsememek gerekiyor.
Avrupa’daki muhafazakârlık modernliği reddetmez. Hatta böylesi bir tutum muhafazakârlık için kendini reddetmeyi de içerir. Çünkü muhafazakârlığın arkasındaki ana sınıfın Marx’ın deyimiyle burjuvazi olduğunu kabul edersek, modernlik dediğimiz şey öncelikle burjuvazinin inşa ettiği bir şeydir. Muhafazakârlık tam da bu nedenle öncelikle muhafaza etmenin ideolojisidir. Değişimi reddetmez ama değişime karşı şüphecidir. Değişimin yavaş yavaş ya da sindire sindire veya kısık ateşte gerçekleşmesini tercih eder. Oysa Türkiye’deki muhafazakârlık bir burjuvazinin değil kırdan kente göçmüş kitlelerin tutunduğu bir oluşumdur.
Hızlıca Zengin Olmak İsteyen Muhafazakârlar
Öte yandan bu kitleler ekonomik olarak bir üst sınıfa geçme arzusundadırlar. Yani toplumsal bir mobilite isteği barındırırlar. Bu kesimler hızla zenginleşmek, tüketim kapasitelerini nicelik ve nitelik açısından artırmak ve çeşitlemek isteyen alt ve orta sınıflardır. Oysa bu değişim arzusu muhafazakarlığın bizatihi kendisi için bir açmazı barındırır. Hem hızlı bir değişim isteyeceksiniz hem de muhafazakâr olduğunuzu iddia edeceksiniz.
Nihayeti şöyle bağlayalım; AK Parti ile siyasal söylem alanı bulan bu kesimlerin bir sınıfsal bir alan üzerinden değil daha ziyade kültürel bir alan üzerinden söylem bulduğunu ifade edebiliriz. Diğer bir değişle Türkiye’de muhafazakarlık, kentli bir geleneği olmayan, köyden kente göçmüş, dindarlığın, köylülüğün, taşralılığın bir siyasal ideolojiye dönüşmesine işaret eder. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle muhafazakarlık; uygulanan ekonomi politikaları ve sermaye transferleriyle giderek daha da artan kent yoksunu ve yoksullarının ideolojisidir.
Siyasetimizin ağzını sulandıran muhafazakarların, diğer bir değişle hem %48’in hem de %52’nin temsil ettiği siyasal yaklaşımların bugün için vaat ettiği bir değişim yoktur. Hele ki bu yığınların zenginleşme arzusunu yerine getiremeyen, kolay yoldan sınıf atlamalarına imkân tanımayan, rahat tüketimine olanak vermeyen hiçbir iktidar ya da siyasal yapının var olma şansı yoktur. Türkiye’de sağ siyasetin ortaya çıkardığı bu muhafazakârlık artık dev bir ejderhaya dönüşmüştür. Kimi yakacağını zaman gösterecektir.