Sedat SADİOĞLU'nun 6 Haziran 2024 tarihli yazısı: Bazı Dini Hassasiyetlerimiz - 2

Gören Göz – 70/1: İlk İslam Sosyoloğu; İbn-i Haldun

İbn-i Haldun Kimdir?:

Tam adı, Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî’dir (Milâdi,1332-1406). Aslen Yemen Araplarındandır. Tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun, modern tarihin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen, 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisidir.

Köklü (soylu) bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra İspanya (Gırnata) ve Mısır’da çalıştı. Kuzey Afrika’nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı, onun 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışmandı. Mısır’da 6 defa Maliki kadılığı yaptı. Şam’ı işgal eden Timur ile görüşmesi, bir zalim hükümdarla bir bilginin buluşması olarak tarihe geçti.

Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik tarih kitabı, Kitâbu’l İber (İspanya Tarihi) ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü meşhur ‘Mukaddime’yi yazdı. Eseri, Arap dünyasında etki yaratmasa da Osmanlı tarih anlayışını derinden etkiledi. Başta Kâtip Çelebi, Nâima ve Ahmet Cevdet Paşa olmak üzere tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve çöküşünü pek çok defa onun teorileriyle analiz etti. Arap dünyasında keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki İngiliz tarihçi Toynbee (Toynbi), aradan geçen uzun yıllara rağmen İbn-i Haldun için şunları söylemiştir: 

“İbn-i Haldun, herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibidir.”

İbn-i Haldun’un Sosyolojik ve Politik Yönü:

İbn-i Haldun, çağında ilk ve belki de dünyada en büyük “sosyolog” olarak kabul edilmiştir. Onun eserlerini çeviren, okuyan ve etkilenenler ise asıl Avrupalılar olmuştur. Özellikle “Mukaddime” adlı eseri çok ses getirmiştir.

İbn-i Haldun’un bu denli ünlü olmasının nedeni, çağlar öncesi (yazdığı Mukaddime’de) yaptığı müthiş tespiti üzerinedir. İbn-i Haldun, aşağıdaki tespitlerinin kaynağını, Arapların bedevi (çöl) kültüründen gelmesine bağlamaktadır. Aşağıdaki bu ders verici tespiti (kaynaktan alınan şekliyle) verilmiştir; 

“Metâ, mal, emek, altın, gümüş, sermaye, infak, kenz, vb. onlarca kavram, doğrudan Kur’an’da geçmesine rağmen, neden fıkhın muamelat kısmını aşamayarak, Kur’an’a dayalı bir ekonomi-politik, bu topraklarda yeşermemiştir?”  

Çözümü:

“Mal, insan ve beyin gücü, üretim, altın, gümüş, sermaye, bağış, hazine, vb. onlarca zenginlik, doğrudan Kur’an’da işaret edilmesine rağmen, neden Arap idarecileri ve Arap devletleri, fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını, (ya da daha çok mal varlığına ilişkin hükümlerini) aşamayarak, Kur’an’a dayalı bir ekonomik ve politik güç olamadılar. Ve neden Arap devletlerinde kalıcı ve ortak bir Arap politikası ortaya koyamadılar?”  

Sonuçta Ortaya Çıkanlar:

- Uydurma hadislere takılıp, yaşanan, ‘hadis körlüğü’

- Farklı mezhep ve tarikatlara ayrılıp (uygulamalara takılıp),  yaşanan, ‘mezhep körlüğü’  

- İslâm hukukuna bel bağlayıp, yaşanan, ‘fıkıh körlüğü’

- Ayetleri tam manası ile çağa uygun anlayışla ele alamayıp ve mesajlarından mahrum kalıp, yaşanan, ‘ayet körlüğü’

- Dünya nimetlerine dalıp ve aldanıp, yaşanan, ‘dünya körlüğü’  

Konuyla ilgili bir ayet;

“Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır.” (Yunus Suresi, 64.Ayet)

“Yüce Allah(c.c.), hem bu dünyada hem de ahirette, Müslümanları başarılı kılsın ve sonsuz cennetleriyle ödüllendirsin…Amin!”

Gören Göz – 70/2: Allah’ın Yolunu Bulmak

Bazen sayfalarca açıklama, kitap, makale ve yazı karşısında, bir ya da iki dörtlük şiir, ne kadar da çok şey anlatır! Aşağıda, konuyla ilgili seçilmiş, böyle bir şiir verilmiştir;

(Ahmet Yesevi Divanı’nın 5. Hikmet bölümünden alınmıştır.)

Zekeriyya gibi başıma bıçkı koysam,

Eyyüp gibi hem tenime kurtlar salsam,

Musa gibi Tur dağında taat kılsam,

Bu iş ile Ya-Rab! Seni bulur muyum?

Yunus gibi deniz içinde balık olsam,

Yusuf gibi kuyu içinde vatan tutsam,

Yakup gibi Yusuf için çok ağlasam,

Bu iş ile Ya-Rab! Seni bulur muyum?

Şibli gibi âşık olup sema kılsam,

Beyazıt gibi gece gündüz Kâbe’ye varsam,

Kâbe içine yüz sürüp ağlayıp dursam,

Bu iş ile Ya-Rab! Seni bulur muyum?

(Kısa Bilgi: bıçkı: bir tür testere, taat: ibadet etmek anlamındadır.)

“Kullarım, Beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten Ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için Benim davetime uysunlar (Kur’an üzere olsunlar), Bana (koşulsuz) iman etsinler.” (Bakara Suresi, 186.Ayet)

Gören Göz – 70/3: Uzak Durulacak İnsanlar

Kerim Kitabımız, sevapların yanı sıra, birçok yasaklardan da bahsettiği gibi, hataya düşmüş olan kişi ya da kavimlerden de ibretlik dersler aktarmaktadır. “Kalem Suresi” böyle bir suredir. “Nun Suresi” olarak da bilinir. Aşağıda, Kalem Suresi 10. ve 15. Ayetlerinde, toplum içerisinde var olan ve uzak durulacak insan tipleri ile ilgili (ders verici) mesajlar vardır.

“Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günâha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman, «öncekilerin masalları!» der(ler).” (Kalem Suresi, 10. ve 15.Ayetler)

Çözümü:

“İslâm’ın değerleri bildirildiği ve öğretildiği halde, günâhtan sakınmayan ve hatta toplumda kötü örnek olan kişiler var ya, güçleri çok olsa da, onlara uyma ve mümkünse onlardan uzak dur!” (Kalem Suresi, 10. ve 15.Ayetler)

“…Rabbinizden mağfiret (günâhlarıma ceza verme ve mümkünse günâhlarımı ört diye dua) isteyin; çünkü gerçekten O (bilin ki), çok bağışlayandır.” (Nuh Suresi, 10.Ayet)

“Ey yüce Allah’ım, Müslümanları bağışla…Amin!”

Gören Göz – 70/4: Kuru - Kuruya Zikir!

Zikrin her türlüsü, içten yapılmak şartı ile makbuldür. Zaten yüce Allah da, Kerim kitabımızda bu konuya sık sık yer veriyor ve (kendisi için) zikri beklediğini söylüyor. Elbette zikrin pek çok çeşidi olmakla beraber, bu bölümdeki “dua etmek” anlamında olacaktır. Bir Bektaşi fıkrası ile başlayalım;

Bir Bektaşi, uzun süredir tespih çeken ve “Allah, Allah, Allah!” diye yüksek sesle Allah’ı zikreden bir tanıdığına yaklaşarak; “Ahmet!” diye seslenmiş. Adam dönmüş “efendim!” demiş. Bektaşi hemen arkasından tekrar, “Ahmet!” demiş. Adam yine “efendim!” demiş ve zikrine devam etmiş. Bektaşi’nin seslenmesi dokuz-on kere daha tekrarlayınca adam sinirlenmiş, “E be adam, ne söyleyeceksen söyle artık!” demiş. Bektaşi, “Yaa gördün mü? Ben sana, şunun şurasında on kere ismini söyledim, ne hale geldin. Ya sen, kuru-kuruya «Allah! Allah!» diyorsun, bir de Allah’ın halini düşün!” demiş.     

Buradaki mesaj, elbette ki zikirden vazgeçirtmek değildir. Zikrin boş-boş ve uzun süre yapılarak, niteliksizliği ya da önemsizliği üzerinedir. Bizleri Yaratan yüce Varlık, bizlerden faydalı ibadetler (işler) beklemektedir. Zikir şüphesiz her zaman yapılmalıdır, ancak işi-gücü bırakıp zikir çekmek, cami civarında zikirle zaman geçirmek, inzivaya çekilir gibi yaşamak ve hatta “asr-ı saadet” zamanındaki gibi yaşama adapte olmak ise, günümüz Müslümanına uygun ve örnek alınacak bir davranış değildir.

“Ey yüce Allah’ım, Senden Sana teslim olan bir kâlp, doğru sözlü bir dil ve dosdoğru bir ahlâk istiyoruz. Bizi duy ve bize yardım et…Amin!”

(NOT: Yetmişinci bölümün sonu…)