Hüseyin ALPASLAN'ın 17 Nisan tarihli yazısı: Bir Astsubay ile Bir Mehmetçiğin Hüzünlü Hikayesi
Zihnimizde iz bırakan bilinçaltında yaşatmaya devam ettirdiğimiz birçok yaşanmışlık rüyalarımıza girerek bizlere kısa bir süreliğine de olsa geçmişimizi hatırlatır… Yaşamımız boyunca bizi zorlayan hadiseler ve bu hadiselerin yaşandığı coğrafyada bulunan bir köy, bir orman, bir deniz gibi farklı farklı farklı yerler ise bize zaman zaman kendisini hatırlatan yaşanmışlıklar olarak belleğimizin bir yerlerinde bulunmayı sürdürmektedirler.
1984 yılında başladığım mesleğimin cilvesi olarak toplam on ilde görev yaptım. Rüyalarıma en çok giren yer ise Kırmızıköprü köyü ve burada yaşadıklarımdır. 1990 yılı temmuz ayında Tunceli ili Pülümür ilçesi Kırmızıköprü Jandarma Karakolu’nda göreve başladım. Bu köyde kaldığım iki yıl süre zarfında yaşadıklarım, belki de bir ömre sığdıramayacağım kadar çoktur.
Bu süre içerisinde; terör, deprem, çığ gibi birçok müessif hadiselere maruz kalırken, en önemli ve en öncelikli meselemiz ise hayatta kalabilmek, sorumluluğumuz altındaki askerleri ve bölgemizdeki vatandaşların canlarını koruyabilmekti.
Kırmızıköprü, Tunceli-Pülümür yolunun 50. km’sinde bulunan içinden Pülümür Deresi’nin geçtiği köyün iki yakasını ve karakolla köyü birleştiren, köye adını veren bir köprünün bulunduğu, diğer köylere giden ara geçit yolları ve patikalar haricinde etrafının yüksek dağ ve tepelerle çevrili, meşe ağaçlarıyla kaplı, dünyadan ilişiğinizin kesildiğini hissettiren ufku bile göremediğiniz bir çukurun ortasında kalmış bir köydü. Karakolun arkasındaki yüksek dağ ve tepe ise bizi çukurda bırakmıştı. Prefabrik üç parça binadan yapılmış olan karakolun önündeki dere ise karşıya sadece köprüden geçiş izni veriyor, araziye ulaşmak için yaklaşık 30 dakika süren tepeyi aşmanız gerekiyordu. Burada dağların geçit vermez hali, arazinin örtü ve gizleme sağlayan görüntüsü, dünyadan ayrı bir yerde bulunduğumuz hissini veriyor, buraya her yeni gelenin dudaklarını uçuklatıyor, bir ürperti ve terörün bilinen varlığı ile birlikte iliklerinde ölümü hissettiriyordu… Yıl 1991, eylül ayının ortalarındayız…
Acemi birliğinde eğitimleri biten ve karakola yeni katılacak erbaş ve erleri bekliyoruz. Genellikle 15 kişi olan ve bir arada eğitilerek ve bütünlüğü bozulmadan tim gönderilmesi uygulamasına yeni başlanmıştı.
Yeni katılacak timi beklerken henüz yeni yaşadığımız bir terör olayının etkilerini hala taşıyor onun personelde bıraktığı izi normale döndürmek için çaba sarf ediyorduk… Yaklaşık 15 gün önceydi doğum günüm de olan 3 Eylül'de komşu karakol olan Kocatepe'ye takviye gitmiştik. Alınan ihbar değerlendirilerek Kepir Yaylası civarında bir gurup teröristle çatışmaya girilmişti. Çatışmada altı terörist öldürülürken Samsunlu bir onbaşımızı şehit vermiştik. Çatışma öncesi ve sonrası sizlere anlatamayacağım birçok hadise zihnimizi meşgul ediyor, karmaşık duygular, farklı düşünce halleri, davranışlarımızı zaman zaman anlaşılmaz bir hale getiriyordu. Bu sarsıntı halini herkes birbirine destek olarak atlatmak zorundaydı. Çünkü halen buradaydık ve devam eden bir yaşam ve hayatta kalabilmek gibi bir gerçeğimiz vardı.
Evet, yeni timimiz karakola katılmış, daha önceden alışık olduğumuz gibi şaşkın, ürkek, dudakları uçuklamış, bir çukurda yolunu kaybetmiş gibi dolaşan erleri hemen uyum eğitimine almıştık.
Timin eğitimini yaptırırken onları yakından tanıyor özelliklerini öğreniyordum. Mg-3 nişancısı olarak yetiştirilen Celal kendini tanıtırken, İstanbullu özellikle Kadıköylü ve Kadıköy'ün atadan yerlisi olduğunu vurgulamış, aidiyetini bu şekilde şevk ve gururla söylemesi beni gülümsetmişti.
Celal; eli yüzü düzgün diye tabir ettiğimiz, sağlıklı, gürbüz, orta boyun üzerinde, varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Liseyi bitirince okumak istememiş ve babasının işinde çalışmaya karar vermişti. İstanbul dışında fazla bir şehir görmemiş, Anadolu'nun iç bölgeleri ile acemi birliğine katılırken tanışmıştı.
Timin oryantasyon eğitimi sırasında aynı zamanda gerekli tüm silah ve teçhizatları teslim edilerek, karakolun baskın ve sabotaj planlarındaki yapmaları gereken görevler ile mevzileri, tuzaklanan alanları konumumuzu ve stratejimizi hepsine öğretmiştik. Celal, timdeki görevi gereği, MG-3 makineli tüfek ve mayon sandığını ve diğer malzemeleri teslim alarak, iki MG-3 Nişancı yardımcısı ile Karakolun makineli tüfek bulunan üç adet farklı mevzilerinde diğer MG-3 nişancılarıyla münavebeli nöbete tutmaya başlamıştı. Karakolda tüm personel hava kararmadan uzak ve yakın emniyet mevzilerine geçiyorduk. Çukurda bulunan prefabrik bu karakolda gece durmak bir roket saldırısında ölüme davetiye çıkartmaktı.
Her gün yaptığım işlerden biriside karakol dışında bulunmadığım zamanlarda Foça Komando Okulu’nda öğrendiğim tuzaklama eğitimi sayesinde karakolun yaklaşma istikametleri ve kritik olarak değerlendirdiğim arazi kesimlerine bomba tuzaklama düzenekleri ile aydınlatma mayınlarını yerleştirmekti.
Üst birlikten gelen emirle sorumluluk bölgemizde dokuz günlük arazi arama tarama ve pusu ve keşif faaliyetleri ile görevlendirilmiştik. Sınırımızda bulunan başka bir bölgede yapılacak operasyonda bölgemize geçenlere karşı tıkama görevi yapacaktık. Bu görev, kısa keşif faaliyetleri hariç yeni katılan timimiz için en ciddi olanıydı. Arazide belirlenen bölgede AT faaliyetlerini yürütüyor gece ise geçiş noktalarında emniyet tedbirlerini alarak pusuda kalıyorduk.
Bir gün yorucu ve uzun bir yürüyüşten sonra çok sarp ve tehlikeli bir mevkide gecelemek zorunda kaldık. Kaldığımız arazi kesiminin bir ucu uçurum, bir ucu tek parça geçit veren iki tepe arası, boylu boyuna uzanamayacağın bir arazi yapısı keskin kayalıklar arasında dikenler bulunan sessizliğin ötesinde bir sessizliğin olduğu bir yerdi.
Timi en emniyetli olacak şekilde yerleştirdikten sonra kendi mevziime geçtim. Bir süre soluklandım. Mataramdan bir miktar su içtim. Atlet sırtıma yapışmış ter beni rahatsız ediyordu. İklimin yaz-kış demeden kürk ve palto giydirdiği bu arazide soyunarak sırtıma yapışan atleti çıkartıp sırt çantamdan çıkarttığım yedek atleti giydim. Sanki evdeymişim gibi bir rahatlık çökmüştü ki yaklaşık 20 metre önümde geçişin üstünden aşağıya hâkim noktada bulunan mevziden hıçkırık sesleri duydum!
Telsizle irtibat kurmak, hatta telsizin gizlediğimiz ışık veren aksamının görülmesi demek yerimizin belli olmasıydı. Hemen silahıma sarıldım. Teçhizatı ve el bombalarımı kontrol ettim. Tek atımlık Alman menşei tüfek bombasını namluya yerleştirdim. Yanımda bulunan iki ere işaret ederek sessizce ve sürünerek ses gelen mevziiyi görebileceğimiz yere geldim. Gece görüş cihazı ile baktığımda MG-3 nişancısı ve yardımcısı iki eri görüyor ancak anormal bir durum göremiyordum…
Mevziiye yaklaştım ve hafiften Celal diye seslendim. Sesimi tanıyan diğer erler komutanım siz misisiniz? dediler. Evet dedim. Ancak kullanmaları gereken rakamsal parolayı kullanmadıkları için içten içe kızdım. Kızgınlığımı belli etmeden mevziiye girdiğimde Celal hafif hafif ağlamaya devam ediyordu. Beni görünce yavaşlayan ağlamasını burnunu çekerek durdurdu…
Bu durum bana yabancı gelmedi. Birçok askerimiz mevzide terörist görür, ateş eder, el bombası atar. Bir kısmı yaşadığı baskıyı ve korkuyu ağlayarak gösterir. Celal'e yanında olduğumu söyledim. Onu cesaretlendirecek bir konuşma yaparak o geceyi o mevzide geçirdim. Gün ağarıp o sağlıklı gencin yüzünü gördüğümde neler yaşadığını daha iyi anladım. Bu yüz ifadesi insanların ömründe tasavvur edebileceği yüz hali değildi. Hiç unutmadım, Celal’in o sabahki yüz ifadesini bana verdiği büyük bir acıyı ve bu gençlerin mesuliyeti altında ki ezilmişlik hissini…
Celal, o gün sanki ileriki günlerde başına gelebilecekleri hissetmiş ve ağlamıştı. Yıl 1991 Aralık ayının ilk haftası, kar yağmıştı. Karakol civarında 50 cm. bulan kar arazide bir metreyi geçmişti. Ancak henüz kurtların karakola ineceği kadar kar yağmamış ve mevziilerdeki köpeklerin iplerini henüz çözmemiştik.
Karla beraber harekât imkânının zorlaşmasıyla bölgede bulunan terörist gruplarda sığınak ve mağaralara çekilmeye başlamışlardı. Sığınak ve mağaralara operasyon için en uygun mevsim olarak görüldüğünden Tunceli İl Jandarma Komutanlığı bizim karakolumuzun sorumluluk sahasında bulunan Kadısırtı adı verilen bölgede operasyon yapma kararı almıştı. Bu bölgede operasyonu kış aylarında yapmanın amacı; yaz aylarında çok geniş ormanlık araziye sahip, olağanüstü örtü ve gizleme sağlayan, birkaç derenin yaşama kolaylığı verdiği sahada bir tümenle bile gizlenen bir adamı bulmak imkânsız gibiydi. Aynı zamanda bu bölgede bulunan mağaraların çokluğu da kışın arazide kalamayan ve bu mağaralarda barınan gurupları daha rahat bulmak ve imha etme olanağı sağlıyordu… Ben ise yaz aylarında bu bölgeyi bir timle birkaç kez dolaşmış ve keşif yapmıştım. Bölgede bilmediğim patika ve yol yoktu. Bu denli örtü gizleme sağlayan bölgede bir timle dolaşmak cahil cesareti veya vatan millet duyguları ile görevini yerine getirme sorumluluğundan olsa gerek diye düşünüyorum. Hatta bu bölgede bir timle pervasız dolaştığımı söylediğimde bir Astsubay ağabeyimiz, bana iyi halt yemişsin diyerek azarlamıştı.
Yani anlayacağınız kar yağdığında örtü ve gizlemenin kalktığı bu bölgede mağaralara sığınan terör gruplarına operasyon yapılacak, araziyi bilen olarak bende timimle dört komando birliğine (Pülümür, Ovacık, Mazgirt ve Nazimiye) ve Merkez A Timlerine kılavuzluk yapacaktım.
Operasyon öncesi harekât çıkış yeri Pülümür Komando Birlik Komutanlığı seçilmiş önceden buraya gelen birlikler ve benim timimle beraber Harekât Planı hepimize anlatılmış, harita üzerinde oklar çizilmiş herkese görevleri tarif edilerek ayrıntılar konuşulmuştu. Araziyi haritada anlatmak, operasyon planlamak kurmay bilgisi ile kolay görünüyordu. Ancak bölgeyi bilen biri olarak, bizi neyin beklediğini tahmin etmek zordu. Yani kazın ayağı öyle değildi. Kışlık kıyafet ve donanımlarımızı tamamladıktan sonra ertesi sabah 04.00' da Pülümür Komando Birliğinden hareketle yaya olarak yola çıkmıştık. Öncü birlik olarak benim timim ve yanımızda bir asteğmenin başında bulunduğu Pülümür Komandodan bir tim vardı. Söz konusu bölgeye öğle saatlerinde ancak varabilmiştik. Yorucu geçen yürüyüşten sonra belimize kadar kar bulunan arazide kendimize yer açarak bir müddet dinlemiş ve tekrar mağaraların olduğu tarafa doğru hareketlenmiştim…
Bölgede yaz aylarında gördüğüm hiçbir iz ve emareye rastlamadım yaklaşık bir saat daha yürüdüm, ancak mağaraların olduğu yere mi başka bir yere doğrumu gidiyorduk anlayamamıştım. Her taraf bembeyazdı yolumu nasıl bulacağımı kestiremiyordum. Karmaşık ve korku dolu düşüncelerle bir iz bulmak ümidiyle biraz daha yürüdüğümde bir dere yatağına doğru gittiğimi sağ ve solumuzda ki yüksek tepeleri ve karın daha da yükseldiğini fark ettim. Hava bozmaya başlamış kar yeniden yağmaya başlamıştı. Arkamdan gelen birliklerden telsizle şüpheli sorular gelmeye başlamıştı. Herkes çok yorulmuş burada kaybolduğumuzu ve donacağımızı düşünmeye başlayan bazı askerler ağırlıklarını atmaya ve homurdanmaya başlamışlardı.
Durdum! Kendimi toparlayarak sağlıklı düşünmeye çalıştım. Haritayı yönüne koyma usulü ile nerede olduğumuzu tespit etmeye ve pusulayla yönlenmeye çalıştım. Ancak nerede olduğum hakkında bir fikre sahip olamadım. Süratle karla mücadele kursunda gördüğüm bilgileri nasıl kullanabileceğimi düşündüm. Ancak yaklaşık üç yüz personelin bulunduğu operasyonda herkese iglo (kardan sıkıştırılmış ev) yapamazdım.
Telsizde birlik komutanlarının sinirli ve hesap sorucu anonslarına cevap vermiyordum. Tekrar tahmin yürüttüğümde bulunduğum yerin güneyinde doğan köyün olması gerekiyordu. Sol tarafımın güney olduğunu ve burada bulunan tepeye çıkarsam köyün yakınındaki kavak ağaçlarını görebileceğimi o zamanda birlikleri yönlendirerek donmaktan kurtulabileceğimizi düşündüm.
Yanımda bulunan timimdeki askerlere baktım. Celal sol ayağını yanındaki arkadaşına işaret ediyor ve parmaklarının hissizleşmeye başladığını söylüyordu. Celal’e hareket etmesini söyleyerek en dinç görünen üç askerimle tepeye doğru yöneldim. Düşe kalka, ciğerlerimiz parçalarcasına tepenin zirvesine vardığımızda sırtüstü beş dakika yatarak kendimize geldik. Ayağa kalkıp dürbünle etrafa baktığımda kavak ağaçlarını gördüm. Tahmin edemeyeceğim kadar sevinmiştim…
Araziyi tanımış ve yollar karla kapansa da tahminimi yaparak birlikleri yamaç yolundan tepenin etrafını dolandırarak köy yoluna yönlendirmiştim. Köye yaklaşık bir km. mesafede patikanın bir yerinde daralan ve bir tarafı uçurum olan mevkii daha önceden bildiğim için buradan birliklerin ben gelmeden geçmesini durdurup, kendim oraya vardığımda oradan herkesi tek tek geçirerek köye ulaştırdım…
Nihayet köye varmıştık. Köy boşalmış olduğundan metruk evlerden ve hala köyde yaşayan bir aileden oluşuyordu. Mahalli seçimlerde bu köye gelmiştim. Tek evin erkeği Muhtar, eşi birinci aza, kızı ise ikinci aza olmuştu.
Terk edilmiş evlerde ateş yakarak ısındık, elbiselerimizi ve botlarımızı kuruttuk. Açlığımızı kumanyalarla giderdik. Muhtarda bu konuda bize cömert davrandı. Hava karamıştı. Emniyet tedbirlerini alarak geceyi köyde geçirdik. Timimi kontrol ettiğimde Celal’in sol ayağı ile ilgili sorununun devam ettiğini gördüm ve kaygılandım…
O gece, Beğendik köyü civarında teröristlerin görüldüğüne dair istihbarat elde edildiğinden operasyonun o bölgeye yönlendirilmesi emredilmişti. Pülümür Komando Birliği’nin zaten çok iyi bildiği bir bölge olmasını fırsat bilerek Celal'in ayağındaki sağlık sorununu söyleyip karakola dönmek için izin istedim. İsteğim kabul edildi. Komando birliklerinden aldığımız malzeme yardımıyla Celal’i bir sedye üzerinde iki saatlik bir yürüyüşten sonra Karakola götürdük. Celal, Kırmızıköprü’den zırhlı araçla Tunceli’ye daha sonra Elâzığ Asker Hastanesi’ne götürüldü.
İki gün sonra Pülümür aracılığıyla Tunceli merkezden aldığımız bilgi üzerine, Celal'in kangren olmaması için sol ayak parmaklarının kesildiği haberini aldık. Celal askerliğinin altıncı ayında görev malulü olmuştu. Onu bir daha görmedik, eşyalarını istemedi. Hastaneden çıkmış ve ailesi İstanbul'a götürmüştü. Gazilikle ilgili işlemleri ise Tunceli İl Jandarma’da yürütülmüştü.
Bir taraftan yapılan operasyondan büyük bir facia olmadan kurtulduğumuza sevinirken, Celal gibi metropol bir şehirde yaşayan, Anadolu'nun yağız gençlerinin yaşadığı doğayla mücadelelerini, zorlu yaşam koşullarını görmemiş, askerlik sanatının meşakkatini, psikolojisini ve hünerlerini bilmeyen bir genç evladımızın direnç gösteremeyerek başına gelen olay ise beni çok üzmüş ve düşündürmüştü. Kabahatli kimdi? Profesyonel askerliğin olmaması mı? terör örgütünü başımıza saran emperyalist güçler mi?
Henüz yedi yıldır bu meslekteydim. Yaşadıklarım az şeyler değildi. İleride şehit ve gazilerimize hak eden değer verilecek miydi? Yoksa uluslararası bir çıkar siyasetinin zavallı kurbanları mı olacaklardı? Sadece sorguluyor ama bir yargıya varamıyordum… 1992 yılı karakolumuzun yarısını götüren çığ faciası ile çığ altından çıkarttığımız canlar, mart ayında merkezi karakola 18 km olan büyük Erzincan depremi ve kar üzerinde yaşam mücadelesi ile teröristlerin sığınağında kör bir kurşuna hedef olan şehit kardeşim Uzman Çavuş Akif Karabulut'un yasını tutarak geçti.
Burada görevim sona ermişti. İstanbul-Beykoz ilçesi Riva Karakol Komutanlığında ağustos ayının sonlarında göreve başladım. Kırmızköprü’den ayrılmadan önce Celal'in şahsi dosyasından adresini ve babasının telefonunu almıştım. Riva'da göreve başladıktan bir süre sonra not aldığım telefonu aradığımda başka birisi çıkmış ve Celal'i telefona vermişti… "Benim Celal" dediğimde şaşırdı ve duraksadı. İstanbul'da olduğuma inanamadı... Karşılıklı konuşmaya başladık. Kendisini görmek istediğimi söylediğimde memnuniyetle kabul etti. Bir gün sonra Beykoz İlçe Jandarma'da toplantıya çağrıldığımda Celal'i aradım, hemen, "Ben Beykoz'a gelirim" dedi…
Beykoz İlçe Jandarma Komutanlığı’nın Beykoz koruluğunda bulunan kamelyasında birbirimize sarılırken gözlerimiz yaşarmıştı. Kırmızıköprü’den ve o üzücü hadiseden hiç bahsetmedik. Yokmuş, olmamış gibi davrandık. Hatta ben Celal'in ayağına bakmamak için özel bir gayret gösterdim. Celal'in işinden, benim Riva'ya tayin oluşumdan, güncel konulardan havadan sudan konuşarak çayımızı yudumladık. İstanbul'dan ayrılmadan önce üç yıl zarfında Celal ile iki defa daha görüştük. Fenerbahçe-Zeytinburnu maçına gittik bu arada biletleri o almıştı. Ancak bizi üzecek hiçbir konuya girmedik. Sanki Kırmızıköprü hiç yaşanmamıştı…
Evet… Biz ne kadar konuşmasak da unuttuk desek de Celal'in bedeninde ve hafızasında, benim belleğimde iz bırakan Kırmızıköprü’deki yıllarımız rüyalarımızda bize kendini hatırlatmaya devam ediyor.