Baha YILMAZ'ın 12 Haziran 2023 tarihli yazısı
Bugün geçen gün aktarmaya başladığım öykünün 2. kısmını yani idealist bir ziraat mühendisin hayatından bir bölümü takdirlerinize sunarım.
Salon hınca hınç dolu değildi ama gelenlerin büyük bölümü sektörü bilen, tanıyan uzmanlar ve kanaat önderleriydi. Merakla sunumu bekliyorlardı. Oturum başkanı Mete Kılıç kısa bir giriş konuşması yaptıktan sonra sözü Baydur’a verdi. Kürsüye gelen Baydur kısaca salonu bir süzdü. Heyecanlı olduğu belliydi çünkü sesi titriyordu. Sakinleşmek ve zaman kazanmak için elindeki notları kürsüye yerleştirdi, gözlüğünü cebinden çıkardı ve salonu derinden tarayan gözlerine yerleştirdi. Şimdi hazırdı:
“Efendim benim, 1975 yılında yurt dışına çıkışımla birlikte kendi kişisel tarihimde bazı şeyler oldu. O dönemde hakikaten çok iyi hocalardan ders aldık. Belki de bir lisedeki talebe gibi yetiştirildik. Onun için de bir nosyona sahip olduk, rakamları konuşturmayı öğrendik ve böylece bu işe başlamış olduk. Projemizin adı "Tarım ve Tarıma Dayalı Sanayilere Entegre Edilmiş Doğu Anadolu Projesi" ama işin gerçeği Doğu Anadolu ve Hinterlandı, Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu'nun İç Anadolu'yla olan geçit yörelerinin de bu hinterlandın içinde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sunumuma, Hazreti Muhammed'e ithaf, bir kıssayla başlamak istiyorum. Ben bu kıssayı The Reader's Digest Ansiklopedisi'nden almıştım. Diyor ki yüce yaradan; ‘Ey Muhammed, dağlar sana gelmezse, sen dağlara git.’ Ben de projemi arz etmek için size geldim.”
Baydur, salonda bulunan misafirleri onurlandırmak için hazreti peygamberin hayatından bir alıntı yapmıştı. Ki büyük bir aşkla sevdiği Hazreti Muhammed’in hayatını farklı kaynaklardan birkaç kez okumuş ve peygambere olan hayranlığını hiç gizlememişti. En sevdiği şahsiyetten getirdiği bu kelam salonda yüksek dağlara çarpmış gibiydi. Yıllar sonra dağlara gittiğini ancak istediği yanıtı alamadığını ifade etmişti, Baydur.
Sözüne devam etti Baydur: “Şimdi burada birinci bölümümüz tespitler ve teşviklerden oluşmaktadır. Her şeyden önce tespit yapmak lazım. Neredeyiz, nasılız? Bir sanayiye girdiğimiz zaman, tarıma girdiğimiz zaman, neler yapmalıyız? Elimizde hangi doneler vardır? Bunları çok iyi etüt etmek, elden geçirmek lazım. Projemizin başlangıcı tespittir. Benim Tarım Bakanlığı'ndaki yıllarımda, uygulamalı tarımsal projeye başlanırken; ilkin tespit edelim, neredeyiz, nereden başlıyoruz, nereye gideceğiz? diye çok uğraştım. Maalesef böyle kaldı. Çünkü bizde bir heves var, aman getirin, tatbik edelim. Bunu dünya tatbik etmiş, biz niye etmeyelim gibi bir hava vardır. Ama bu derdimi o devirde anlatamamıştım. Tabii daha sonra Erkan Benli hocamın döneminde bu tespitler gayet güzel yapıldı, ama bunlara maalesef başlayamadık.”
Projesinin çıkış noktası olan Erzurum üzerine tespitlerini aktardı ilkin: “Erzurum, Kuzey Anadolu Dağları ile Güney Doğu Torosların birleştiği noktada kurulmuş bir şehirdir. Şehrin kurulduğu yer deniz seviyesinden 1950 metre yüksektedir. Buradan hangi istikamete giderseniz gidiniz rakım düşmeye başlar. Bu yöreden üç nehir çıkar; Karasu (Fırat), Aras ve Çoruh. Bu nehirlerin her üçü de değişik denizlere dökülürler. Her üçü de uluslararası sulardır. Erzurum'un stratejik önemine bir de su politikası eklenmiştir.
Metod konusunda donamıyla tarihçesine değinmeden edemezdi: “Erzurum, Selçuklu Devleti zamanında bir ilim ve irfan şehri olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti'nin Erzurum, Erzincan, Sivas, Kayseri ve Konya hattında gelişmiş, kendine yeterli bir şehir olarak temayüz etmiştir. Erzurum, Osmanlı Devleti'nin sınırları içerisine dâhil olduğu yıllarda stratejik öneminden ötürü dikkatleri üzerine toplamıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde Tebriz, Ahıska ve Suriye'deki Türkmen Boylarının Erzurum'a iskân edilmeleri ile doğu sınırlarının emniyete alındığını görüyoruz. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman döneminde alınan ve uygulanan bir karar ile Erzurum'un ekonomik önemi bütün Ön Asya'da vurgulanmıştır. Çünkü o devrin ağır sanayiinin bir örneği olan top döküm fabrikası kurulmuştur. Haliyle, bu fabrikanın etrafında orta ölçekli ve küçük ölçekli sanayiler gelişmiştir.
Yavuz Sultan Selim döneminde terkedilmiş durumda olan şehir; endüstri, tarım, ticaret ve kültür şehri olmuştur. Şehir bu nedenle beynelmilel bir hüviyet kazanmıştır. Venedikli, Cenevizli, Rum tüccarlar ile Ön Asya'da dağınık cemaatler halinde yaşayan Ermenileri de barındırmıştır. Daha sonraları şehir yine ekonomik sıkıntılara düşmüş, ancak, IV. Mehmet döneminde vergi muafiyeti getirildiği için; daha doğrusu Anadolu'nun yedi sancağından biri olan Erzurum, hayatiyetini devam ettirmiştir.”
Salon bu girizgâh konuşmasının nereye varacağını merakla bekliyordu. Konuştukça ve anlatmaya devam ettikçe heyecanını yenmişti. Kürsüye olan hâkimiyeti bedenine yansımış, tarlada ihtirasla avuçlarının arasına aldığı toprağı sıkar gibi kürsünün kenarlarını sıkıyordu. Ekrana gelen kimi grafiklerin doğru olup olmadığını kontrol etmek için kimi zaman arkasına dönüyor, okuma gözlüklerinin üstünden sunumu yönlendiriyordu.
Projenin oluşumu sürecinde uzun saatler sohbet ettiği arkadaşı yazar ve mütefekkir arkadaşı Bekir Sıddık Soysal’dan bir alıntı yaparak konuşmasına devam etti: “Bekir Sıddık Soysal bir makalesinde "Şehirler insanlar gibidirler, çıkardıkları münevverlerle, irfan sahibi insanlarla yaşarlar." diyordu. Bu konuda yani yetiştirme anlamında elimden bir şey gelmez, ancak bu insanları o beldede tutmak için gayretimiz olur. Birikimlerimi bir araya getirmeden önce Doğu Anadolu'daki problemleri tespit ve çözüm yollarını bulmak, halk pratiklerini ortaya çıkarmak için bir ilmi gezi yaptık. Bu gezide Ziraat ilmine aşina olan bizler en kötü uygulamaları gördük, çok üzüldük. En mükemmel uygulamayı gördük; hem sevindik hem de şaşırdık. Bunu bir örnekle açıklarsak: Tir ekim metodundan bahsetmek yeterli olur. Bugün, Tarım Metodolojisi; tamamen bitki ve hayvanın ekolojiye göre seçilmesi, ıslah edilmesi, geliştirilmesi ve teknolojileri üzerine kurulur. Halbuki Tir metodunda çevre bitkiye uygulanmıştır ve mükemmel sonuç alınmıştır. Tir buğdayları, tane fenolojisi olarak birbirine benzeyen 38 botanik varyeteden müteşekkil, yazlık karakterli, Vavilov'un Triticum compositum dediği bir buğday çeşitliliğidir. Yazlık karakterli olduğu için kışa dayanamaz soğuktan ölürler. Ancak Tir metodu ile ekildiğinde en soğuk kışlardan etkilenmez ve fakir bakım şartları altında verimi çok yüksektir. Bu metodun kökeninin Orta Asya'nın kuzey doğusu olduğu kanaati hâkimdir.”
Yetiştiği bölgenin birçok fırsatı barındırdığı belirtmek için örnekler veriyordu. Ümitsizlik dağlarını yıkmak için çözümün önlerinde durduğunu anlatmaya çalışıyordu: “Değerli dostlar, böyle dâhice bir metodu uygulayan bölgenin kalkınmışlık düzeyinin düşük olması ise esef vericidir. 1970-1980 yıllarında bölgede araştırmalar yaptığım için bu bilgileri bir araya getirmeye karar verdim. Örnek şehir olarak da Erzurum'u almak doğru olur dedim. İlkin "Erzurum'un Tarım-Orman ve Tarım-Orman Endüstrisi Açısından Kalkınma Programı ile Bu Programın Geleceği İçin Araştırma Konusu Olabilecek Husus ve Sorunlar" adlı çalışmayı tamamladım. Çalışma, çalışmaya kapı açtı, akabinde "Üretim faaliyet kolları(sektörler) itibariyle Erzurum'un Durumu" adlı çalışmayı tamamlandım. Bu çalışmada biyometrik metotlarla kalkınmada starter faktörü tespit ettik. Adeta Amerika'yı yeniden keşfettik. Starter faktör hayvancılık idi.”
Tarihi ve kendiliğinden, yüzlerce yıllık bir tecrübeden süzülmüş bir birikimden bahsediyordu: “Bin yıllık uygulama doğru ve yerinde idi. Bölgenin sanayiye ihtiyacı kaçınılmaz idi. O halde sanayinin ham maddesi bölgenin temel üretimi olan bir sanayi olmalıydı. Daha sonra projeyi şekillendirdik. Proje, Tarım ve Tarıma dayalı sanayilere entegre edilmeliydi ve birbirinin mütemmimi olan 8 alt proje veya kademeden meydana gelmeli idi. Burada Devlet İstatistik Enstitüsüne minnet ve şükranlarımı arz ediyorum. Çünkü çalıştığım rakamlar bölge gerçeklerini ortaya koymuştur.”
Projenin menşei üzerinde ısrarla durdu. Çünkü hayatının hiçbir döneminde batıya karşı bir hayranlık beslememişti. Batı felsefesi ve tarihi üzerine olan derin okumaları ve sonrasında mesleki gezilerinde yerinde müşahedeleriyle bazı kanaatlerini netleştirmişti. O’nun için özgün olmak ve sorunları doğru tespit etmek çözümün başlangıcıydı. Mutlaka ve mutlaka sorunlara göre orijinal ve doku reddiyesi olmayacak çözümler üretilmeliydi. Tıpkı her hastaya aynı tedaviyi uygulayamayacağınız gibi. Çözüm adına iklimini, insanını, inancını yok sayamazsınız. Sesini yükselterek devam etti:
“Bu proje batıdan alınıp uygulanan bir proje değildir. Bu proje bölge insanına, onun örf ve adetlerine, cemiyet hayatına, duygu ve düşüncelerine, geliştirdiği manevi müesseselere uygundur.”