Mürvet KARA'nın 19 Şubat 2024 tarihli yazısı: ''Dil, Varlığın Evidir''
Başlıkta yer verdiğim cümle, Martin Heidegger’a aittir. Bu cümle, ilk okuyuşta dilin, varlığın evi olması bakımından kutsiyet taşıdığını düşündürür. “Dil” dediğimizde anlamamız gereken şey, dünyayı anlama çabalarımızın ifade edilmesiyle bu anlamanın, dünyaya ait bir şifreye dönüşmesidir.
İlk paragraftaki düşünceyi bu paragrafta biraz daha açalım. İnsan, dünya içindeki varlığını ve varlığının olanaklarını anlamaya çalışır. Anlama için ise bir anlayan ve bir de anlanan olmalıdır. Bu anlamaların farklı şifrelemeler ile birbirinden ayrılması gerekmektedir. İşte burada sözcüklerin doğduğunu görüyoruz. Ancak sözcükler, anlamlar karşısında yeterli değildir. Sadece o anlamların işaretçisi konumundadır. Yani dil, anlama çabasının anlaşılır hâle gelmesi için kullanılan bir çeşit şifreleme biçimidir.
Peki Heidegger’ın mekânsallık anlayışına baktığımızda “ev” hangi anlama denk gelir? Ev, varlığın dünya içindeki yeridir. Dolayısıyla ev, bir varlığın dünyadaki yurdudur. Varlık o hududun içine sığınır, o hududun içinde can bulur, o hududun ötesindeki her şeyden kaçar ve yurduna döner. Yani varlık, ahrazlığımızdan kaçıp anlamının üstünü örten dile sığınır.
Öyleyse dil, varlığın tüm anlaşılmazlığına karşı insanın ahraz hâllerini bir nebze olsun rahatlatabilecek bir şifreleme sistemidir. Dolayısıyla burada dilin, varlığın evi olması; dilin, varlığın asli mekânı olduğu anlamına gelmemektedir. Varlığın anlaşılabilmesi için giydiği bir libastır. O elbisenin altında yatan hakikati biz, giydiği elbisenin şeklinden anlamaya gayret ederiz. Görünenden görülmeyeni çıkartmaya çalışırız.
Dünyaya karşı ahrazlığımız, varlığın araştırılmasına ve ontolojik birikimimize katılacak verilerin sistemli hâle getirilmesinin önündeki engelleri dil ortadan büyük oranda kaldırmakta mıdır? Evet, dil bir araştırma ve soruşturmayı mümkün kılmaktadır ancak belki de çok daha ciddi problemleri beraberinde doğurmaktadır. Evet, varlık dünyaya bu libasları giyerek açılır fakat bu örtülerin altına gizlenmiş varlığın, şifreleme sistemi de içinde farklı ontolojik krizleri taşımaktadır. Yani anlam günden güne üst üste yeni elbiseler giydiğinde varlıkla kurduğumuz ilişkinin dolayım yoğunluğu artmaktadır. Varlığın hakikatine dokunmak ve onunla hemhâl olmak her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır.
Burada teknik ve düşünsel bir takım problemler açığa çıkmaktadır. Heidegger, varlığın araştırılmasını mümkün kılan dilin içindeki problemleri görmüş olsa gerek ki varlığı kuşatan bu şifreleme sistemine dikkat çekerek dilin kanserli yapısına işaret ediyor.
Kendime, “İnsanın varlık karşısındaki ahrazlığını düşündüğümüzde varlıkla dolaysız bir ilişki kurmanın olanağı ne olabilir” diye soruyorum. Müzik? Niçeci (Nietzscheci) bir yaklaşımla müzik, varlığın anlamının üzerindeki örtüleri kaldırır ve daha da anlamlı hâle getirir diyebilirim. Ama böyle söylemeyeceğim. Bu romantik ve gerçek dışı bir söylem olurdu ve biz de sadece kendimizi avutmuş olurduk. Diğer bir deyişle körler ile sağırlar birbirini ağırlardı. Hepimiz gerçekte hiç var olmamış bir merhemi ontolojik yaralarımıza sürerek oluş sancılarımızı dindirirdik. Ancak bu doğru bir yöntem değil. Yani müzik de kendi içinde bir çeşit şifreleme sistemi taşıdığı için sağlıklı sonuç alamayız.
Varlığın tenine dokunacak yöntem ancak onu araştırılabilir olmaktan çıkartmak, varlık karşısındaki ahrazlığımızı kabullenmek ve bu lal hâlimizle yalnızca varlığın gürül gürül akan nehrine kendimizi bırakmak olacaktır.