Baha YILMAZ'ın 23 Ekim 2023 tarihli yazısı: İnkâr, Öfke, Pazarlık, Depresyon ve Kabullenme
Pazar akşamı Siyaset Bilimci Tarık Çelenk ile Osmanlının çöküşü sonrası yaşanan travmayı ve bu travmanın sonuçlarını konuştuk. Tahmin edeceğiniz gibi başlıktaki “İnkâr, Öfke, Pazarlık, Depresyon ve Kabullenme” kavramları travma sonrası bireyin verdiği tepkileri ve yaşadığı süreci anlatıyor.
Beka Meselemiz ve Travmalar
Osmanlının çöküşü sonrası yaşanan ve genç cumhuriyetin içine düştüğü travmanın bir beka meselesi olabileceğini kestirmek güç olmasa gerek. Bir tarafta Ermenilerin yaşattıkları ve bu yaşananların soncunda tehcir kararının alınarak büyük bir nüfus değişikliğinin gerçekleşmesi, diğer tarafta Dersim gibi isyanların patlak vermesi… Tüm bunların sonucunda ülke sınırları içinde yaşayan tüm azınlıklara karşı gelişen bir şüphe karinesi… Burada özellikle ıskaladığımız bir husus Osmanlının çöküşünün getirdiği travmanın es geçilmesidir. Bu travma farklı travmalarla bastırıldığı gibi, Osmanlı kavramı uzun bir süre inkâr edilmiştir. Bunun en güzel örneği ise ilkokul ve ortaokul müfredatlarında görülebilir.
Aslında bu refleks devletin ve hâkim ideolojinin görmek istemediği tüm siyasal, etnik ve dini gruplara karşı da uygulanmıştır. İşte tam da yukarıda saydığımız travma sonrası verilen tepkiler ile hayata geçirilmiştir.
İnkâr Ederek Ertelediğimiz Travmalarımız
Bugün de bu reflekslerin devam ettiğini görüyoruz. 80’li yılların başlarından itibaren süre gelen Güneydoğu meselesine yaklaşımın bir inkâr mekanizmasından ibaret olduğunu görüyoruz ya da 90’lar ve 2000’li yılların ilk on yılında hayatın bir parçası olan faili meçhul infazların bugün hiç olmamış gibi hareket edebiliyoruz. Mesela bir örnek daha verirsek 6-7 Eylül 1965 yılında gerçekleşen ve özellikle İstanbul’daki Rum azınlığa yönelen şiddetin ve bu şiddetten sonra bazı Rumların mallarının yok pahasına el değiştirmesi (en yumuşatılmış ifade tarzı bu olsa gerek) hiç üstünde düşünmediğimiz, hiç yüzleşmediğimiz olaylar olsa gerek. Oysa bu olayları çoğaltmak mümkün. Meşhur İzmir yangını ya da 1916 yılında Ankara’da gerçekleşen neredeyse 2000’i aşkın konut ve işyerinin yandığı felaketler sayılabilir.
Yukarıda saydığımız tüm vakalar hiçbir zaman üstüne düşünmediğimiz, bırakın düşünmeyi dost meclislerinde bile hâkim kanaatin aksine görüş beyan ettiğinizde garipsenen hatta kınanan bir tavra mahkûm edilebilecek durumları oluşturabilir.
Abdulhamid’i Azizlik Mertebesine Çıkarmak ve Avrupa Avrupa Duy Sesimizi
Yaşadığımız travmayı inkâr aşamasında tutuyoruz. İnkâr etmekle kalmayıp Abdulhamit örneğinde olduğu gibi yüzleşmiyor, gereksiz bir nostalji ile yücelterek travmamızı derinleştiriyoruz. Oysaki yaşadığımız travmanın yasını tutabilsek daha hakkaniyetle davranabilir, Abdulhamid’i azizlik mertebesine çıkartmayıp iyisiyle kötüsüyle onu anlamaya çalışabiliriz. Oysa azizleştirdiğiniz her kişi ya da her konu bizi yanlış düşüncelere ve tavra sokuyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki beka meselesinin anlaşılabilir olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ancak burada garip olan hadi yumuşatalım cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında bile hala herkes tarafından kabul edilen bir beka meselemizin olduğudur. Oysa sormamız gereken neden bu beka sorunlarıyla baş edemiyoruz? Neden hala toplumsal bir barışa varamıyoruz? Neden hala batı dediğimiz tüm dış dünyanın bizim düşmanımız olduğunu var sayıyoruz?
Tarık Çelenk ile sohbetimizde onun üstüne basa basa vurguladığı ve keskin gözleminin bir örneğini size aktarmak istiyorum. Milli maçlarda özellikle Avrupa takımlarıyla yapılan maçlarda seyircinin canhıraş bir şekilde şu tezahüratı hatırlayalım:
“Avrupa Avrupa duy sesimizi / bu gelen Türk’ün ayak sesleri”
Seçilmiş Zaferler ve Seçilmiş Travmalar
Bu slogan hala bir imparatorluk özlemi çeken ve bir zamanlar imparatorluk olan Osmanlının çöktüğünü kabul etmemenin dışa vurumu olarak kabul edilebilir. Osmanlının çöktüğünün yasını hiçbir zaman tutamadık. Bu çarpıcı gerçekle yüzleşemedik. Aslına bakarsanız cumhuriyetin 100 yıllık tarihinde yaşadığımız pek çok hadisenin travmasıyla yüzleşemedik ve yasını tutamadık. Üstelik bu yasın yerine bir inkâr mekanizması koyarak pek çok meselemizi erteledik. Ertelediğimiz her konu daha büyük sorunlar yumağı halinde önümüze geldiğinde ise popülist iktidarlar vasıtasıyla bir beka meselesi olarak yani kolaycı bir yaklaşımla siyasal iktidara bir rant vesilesi olmaya başladılar. Prof. Dr. Vamık Volkan’ın tabiriyle: “Seçilmiş zaferler” ve “Seçilmiş travmalarla” popülizmi ustaca kullanabilen politika yapıcıları, ülkemizde bu yası kutuplaşmayı derinleştirmenin vesilesi haline getirdi.
Bu çarpıcı tespite son olarak şunları ekleyebiliriz. Maalesef hala inkâr etmeye devam ediyoruz. İnkâr ettiğimiz için şüphe etmeye, tedirgin olmaya devam edeceğiz. Oysa buraya aktardığımız enerjimizi eğitime, sağlığa ya da gelecek nesillere aktarmak daha doğru olmaz mıydı?