Baha YILMAZ'ın 22 Mayıs 2023 tarihli yazısı: Malthus Tuzağı, Mukaddes Ölüm ve Son 200 Yılımız
Bu satırları okuyanlar hatırlayacaklardır. Ekonomi tarihine yaptığımız göndermelerin ana ekseriyetini sanayi devrimi oluşturur. Çünkü insanlık tarihi için sanayi devrimi tam anlamıyla bir kırılma noktasıdır. Yani ne olduysa son iki yüz yılda oldu diyebiliriz. Ancak son iki yüz yılda olanları anlayabilmek de yeterli olmayabilir. Bunun içinde yer yer son iki yüz yıl öncesini anlamaya çalışan ve o dönemin vakalarının günümüze olan etkilerini işlemeye çalışıyorum. Örneğin Merkantalizm yani ticaret devrimi gibi.
Sanayi devrimi öncesi toplumların tarım ekonomisi içerisinde son derece kısıtlı şartlar altında üretim yaptığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu şartların baskısı altında nüfusun ortalama ömrünün diğer şartlar yani sağlık, hijyen vs. düşünüldüğünde 30 ile 35 yıl arasında olduğunu ön görebiliriz. Nüfusun çok küçük bir bölümünün nispeten iyi şartlarda yaşadığını da tahmin edebiliriz.
Nüfus meselesini ilk defa gündemine alan bir iktisatçı olan Thomas Robert Malthus (1766 – 1834) ‘Nüfus İlkeleri Üzerine Bir Deneme’ adlı ünlü kitabını yayınlayarak nüfus artış hızıyla refah ve kalkınma arasındaki ilişkiye bir yaklaşım getirdi. Peki neydi Malthus’un yaklaşımı? Malthus, nüfusun artığı dönemlerde gıda arzının kısıtlı olması ya da sabit olması nedeniyle gelirin düşeceğini ön görüyordu.
Teorisini de 3 sav ile temellendiriyordu;
1) Her toplumun, doğurganlığı düzenleyen gelenekler tarafından belirlenen bir doğum oranı vardır; ancak bu oran, maddi hayat şartları düzeldikçe yükselmektedir.
2) Her toplumdaki ölüm oranı, hayat standartları yükseldikçe düşmektedir.
3) Maddi hayat standartları, nüfus arttıkça düşmektedir.
Sanayileşme öncesi toplumlarda nüfusun artığı dönemlerde gelirde düşme olduğu gibi insan ömründe de düşmeler yaşanmıştır. Kısa dönemli ve sürdürülebilir olmayan teknolojik gelişmeler nüfus artışını sağlamış ancak gelirleri düşürmüştür. Dolayısıyla, 1800 yılının dünyasında, ortalama insanın şartları İ.Ö. 100000 yılının ortalama insanından daha iyi değildi. Nitekim, 1800 yılında, dünya nüfusunun büyük kısmı uzak atalarına göre daha fakirdi. Örneğin 18. yüzyıl İngiltere’si veya Hollanda’sı gibi zengin toplumların şanslı üyeleri, Taş Devri'ne eş değer bir maddi hayat tarzına sahiptiler. Ama Doğu ve Güney Asya'daki, özellikle de Çin ve Japonya’daki büyük insan kitleleri, muhtemelen mağara adamlarının şartlarından kayda değer derecede daha yoksul şartlar altında ekmeklerini taştan çıkarmaya çalışıyorlardı.
Yani kısacası bugün ecdad üzerine yapılan güzellemelerin hemen hemen tamamının büyük bir safsata olduğunu söyleyebiliriz. Tarım toplumuna öncesi avcı-toplayıcı insan topluluklarının refah seviyesinin daha iyi olduğunu dahi söyleyebiliriz. Üstelik avcı-toplayıcı topluluklar hem tarım toplumuna hem de günümüz toplumlarına göre daha eşitlikçidir.
Sanayi Devrimi, eşitsizlikleri her toplumun içinde azaltırken, toplumlar arasında ayrıştırmıştır. Bu sürece, Büyük Ayrışma denmektedir. Yani büyük bir refah içerisinde yaşayan İngiltere ile hemen hemen en dipte olan Somali ve Sudan gibi ülkeler aynı dünyada var olmaktadır.
İnsanlık tarihinin aslında bir hayatta kalma tarihini olduğunu bilmemiz gerekiyor. İngiltere için, 1250- 1800 yıllarında çeşitli tiplerin hayatta kalma başarılarının farklı olduğuna dair inkârı imkânsız veriler bulunduğunu söyleyelim. Özellikle de, ekonomik başarı, net bir şekilde beraberinde üreme başarısını da getirmiştir. En zengin erkekler, öldükten sonra arkalarında, en yoksullara oranla, iki kat daha fazla çocuk bırakıyorlardı. Malthus çağının İngiltere’sindeki en yoksul bireyler o kadar az yaşayan çocuğa sahip oluyorlardı ki aileleri sonunda yok olup gidiyordu. Dolayısıyla, sanayi öncesi İngiltere’si, sürekli aşağı doğru bir hareketliliğin yaşandığı bir dünyaydı. Malthus ekonomisinin statik yapısından dolayı, zenginlerin haddinden fazla sayıda olan çocuklarının iş bulabilmek için sosyal hiyerarşide, ortalama olarak, aşağı inmeleri gerekiyordu. Ustaların oğulları işçi, tüccarların oğulları esnaf, büyük toprak sahiplerinin oğulları küçük toprak sahibi oldular. Böylece, daha sonraki ekonomik dinamizmi sağlayacak olan nitelikler -sabır, çalışkanlık, yaratıcılık, yenilikçilik, eğitim- biyolojik olarak nüfusun bütününe yayılmıştır.
Avrupalıların Pisliği ve Avantajı
Ölüm şartları da önemliydi ve bu konuda Avrupalılar pis bir millet oldukları için şanslıydılar. Londra gibi şehirlerde oturanlar, dışkılarını bodrumlarındaki fosseptiklerde biriktirirler, kendi dışkılarının üzerinde oturmaktan çekinmezlerdi. Kötü hijyen koşulları, hızlı şehirleşme ve onun getirdiği sağlık sorunlarıyla birleşince, 18. yüzyıl İngiltere’sinde ve Hollanda’sında nüfusu muhafaza etmek için gelirlerin yüksek olması gereği ortaya çıkıyordu. Daha gelişmiş bir temizlik duygusuna sahip olan Japonlar ise, son derece düşük maddi konfor düzeylerinde nüfuslarını muhafaza edebiliyorlardı ve dolayısıyla çok daha sınırlı bir gelirle hayatlarını sürdürmeye mahkûm oluyorlardı.
İnsanlar nasıl ekonomileri şekillendiriyorsa, sanayi öncesi toplumunun ekonomisi de insanları şekillendiriyordu- en azından kültürel anlamda ve belki genetik anlamda da. Neolitik Devrim, en az modem dünya kadar sermaye yoğun olan tarım toplumlarını yarattı. En azından İngiltere'de, böylesine kurumsal istikrar gösteren, sermaye yoğun bir ekonomik sistemin ortaya çıkması, kuşaktan kuşağa orta sınıf değerlerini üreme başarısıyla ödüllendiren bir toplum yarattı. Bu seçilim sürecine, sanayi öncesi ekonomisinin karakteristiklerinde, büyük ölçüde nüfusun orta sınıf tercihlerini daha fazla benimsemesinden kaynaklanan birtakım değişmeler eşlik ediyordu. Faiz oranları düştü, cinayet oranları azaldı, çalışma saatleri arttı, şiddet düşkünlüğü azaldı ve okuma yazma ve hesap bilme toplumun alt kesimlerinde bile yaygınlaştı.
Para Mutluluk İlişkisi Yalanı
Herhangi bir toplumun içinde, zenginler yoksullardan daha mutludur. Ama, ilk kez 1 974'te Richard Eastedin'in gözlemlediği gibi, 1 950'den bu yana başarılı ekonomilerde herkesin gelirlerindeki hızlı artış, daha fazla mutluluk yaratmamıştır. Örneğin Japonya'da, 1958'den 2004'e kişi başına gelir neredeyse yedi kat artmıştır, ama, insanların kendi beyanlarına göre ölçülen mutluluk, yükselmek yerine, az da olsa bir düşme göstermiştir. Açıkça görülüyor ki mutluluğumuz mutlak refah derecemize değil, kendimize ölçü aldığımız gruba göre ne kadar iyi durumda olduğumuza bağlı. Her birey -daha fazla gelir elde ederek, daha büyük bir ev alarak, daha şık bir otomobil kullanarak-kendini daha mutlu kılabilir; ama bu ancak daha az geliri, daha kötü bir evi ve daha eski püskü otomobili olanların mutluluğu pahasına olabilir. Parayla mutluluk olduğu doğrudur ama bu mutluluk başka birinin mutluluğundan alınmaktadır; ortak mutluluk havuzuna ilave edilmemektedir.
İşte bu yüzden, bugün zengin toplumlarla yoksul toplumlar arasındaki müthiş gelir uçurumuna rağmen, insanların kendi bildirdikleri mutluluğun düzeyi, en yoksul ülkelerde düşüktür ama bu oran azdır. Üstelik, yoksul milletlerin vatandaşlarının televizyon vasıtasıyla başarılı ekonomilerin zenginliklerine neredeyse kendi gözleriyle tanık oldukları gerçeğine rağmen bu böyledir. Dolayısıyla, hatta en düşük gelir düzeylerinde bile, gelirin mutluluk üzerinde mutlak bir etkisi yoktur. Bütün toplumların nispeten yoksul olduğu ve insan topluluklarının olanaklar bakımından çok daha yerel oldukları 1800 yılının dünyasının insanları, örneğin Amerika Birleşik Devletleri gibi bugünün en varlıklı milletleri kadar mutluydular.
Aç gözlülük ve Fakirlikte Eşitlenen Toplum
Son iki yüzyılımız modern insan tipinin dönemiyse eğer şu çok rahatlıkla söylenebilir ki bu insan tipi açgözlülüğüyle anılacaktır. Bu öyle bir aç gözlülük ki kendi türünün yok oluşuna seyirci kalabilecek bir aç gözlülüktür. Bir diğer husus Malthus, nüfus arttıkça gelirin düşeceğini söylüyordu. Bugün gelinen nokta itibariyle dünya nüfusunun büyüklüğü ve büyüklük içerisinde nüfusun yoğunlaştığı ülkeler açısından düşünüldüğünde nüfusun kontrol altına alınması ve artış hızının düşürülemese bile toplam nüfusun azaltılmasına dair komplo teorilerinin varlığının tutarlı bir çıkış noktası olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle pandemi sürecinde ortalığa dökülen sosyal medya ortamlarında yayılan komplo teorilerini hatırlayabiliriz. Sanayileşme toplum içinde bir eşitlik vaadinde bulunmuş ancak ülkeler arasında büyük uçurumlara neden olmuştur. Klasik çağda doğu toplumlarında yaşayanlarla batı toplumlarında yaşayanların birbirlerini bugünden çok daha fazla anlayabildiklerini söyleyebiliriz. Tıpkı bugün olduğu gibi fakirlikte eşitlenen bir toplum varsa eğer…