Baha YILMAZ'ın 6 Temmuz 2023 tarihli yazısı: Persil Belgeleri, Hatırlama ve Unutmanın Eşiğinde Yarın Çok Geç Olabilir
Cezayir asıllı, Fransız bir gencin polis tarafından vurulması şu sıralar Fransa’yı bir kez daha karıştırmış gözüküyor. Bir kez daha dememin sebebi bu olaylar Fransa’da ilk kez gerçekleşen bir hadise değil. Batı’nın ötekiyle olan sorunu bugünün meselesi de değil. Özellikle Avrupa kıtasında yaşayan romanlara, Yahudilere, Müslümanlara hatta fiziksel özürlülere yani cücelere, sakatlara uygulanan ötekileştirme bugün bilinen bir gerçek.
Ötekileştirmenin iki farklı versiyonu ve bununla mücadele etme azmini sergilemenin göstergesi olarak iki farklı toplum ve iki farklı yaklaşımdan bahsetmek istiyorum, bugün sizlere. Diğer bir söylem ile hatırlamanın toplumlara olan yansımalarını ifade etmek istiyorum. Geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca Almanya, hayatın tüm alanlarında Nazi dönemine atıfta bulunan her şeye ilişkin bir kefaret eylemine girişti. Almanların yüksek ahlaki değer algısı, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hâlâ yaptıklarının çoğunu kendilerine hatırlatıyor. Tarihçi Fritz Stern, Almanların Hitler'i, Nazizm'i bile isteye seçtiklerine inanmak istediklerinden bahseder. Ancak İkinci Dünya savaşı sonrası ödenen büyük bedeller Alman toplumuna bu kefaret adına bir eylemi yerleştirmiştir: Hatırlamak…
Hatırlamanın acı anıtı: Avrupalı Yahudiler Anıtı
Hatırlama ihtiyacı etrafında inşa edilmiş başlı başına bir sözcük dizini dahi mevcut Almanca’da: Vergangenheitsbewiiltigung (tarihle hesaplaşma); Vergangenheitsaufarbeitung (tarihi süzgeçten geçirme); Erinnerungskultur (anma kültürü) ; ve en tartışmalı olanı Kollektivschuld (kolektif suçluluk). Başka hangi ülke kendi utanç anıtını ülkenin en ünlü iki simgesinin hemen yanına inşa ederdi? Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı, Berlin'in kalbinde, Brandenburg Kapısı ve Reichstag'ın yakınında yer alıyor. Her biri bir tabuta benzeyen 2711 dikdörtgen beton levhadan oluşan yapının açılışı 2005 yılında yapıldı.
Aklanmanın en temiz yolu: Persil Belgeleri
İkinci Dünya Savaşı sonrası, yeniden inşa süreci yalnızca fiziksel bir biçim aldı. Trümmerfrauen'in, yani savaşın ertesinde şehirlerin enkazının kaldırılmasında çalışan kadınların imajı, Alman ruhuna büyük ölçüde kazınmıştır. Nazilerin teslim olmasından hemen sonra Müttefikler on beş ila elli yaş arasındaki tüm güçlü kadınları, yıkılan binaları balyoz ve kazmalarla tek bir tuğla kalmayıncaya dek temizlemek üzere görevlendirdi. Sokaklar enkazdan temizlendi. Bu kadınların çoğu savaştan dolayı travma geçirdi. Ancak küçük bir yevmiye ve bir gıda karnesi karşılığında günde dokuz saat çalışabilecekleri kabul edildi. Birçok erkek sakattı ya da esir kamplarında tutuluyordu. Sekiz milyon insan, yani nüfusun %10'undan fazlası ölmüş ya da kaybolmuştu. Yaklaşık 150 kasaba ve şehir harabeye dönmüştü. Yolların, demiryollarının, gaz, elektrik ve su kaynaklarının neredeyse yarısı tahrip edilmişti. Savaş sonrası, yani bu büyük insan kıyımı sonrasında ciddi bir insan kaynağı sorunu yaşanıyordu, Almanya’da. Bu mecburiyet bazıları için bir fırsatı da doğurdu. Birçok orta ve hatta bazı yüksek rütbeli Nazi görevlerine iade edildi. Nazilikten arındırma sertifikaları-"Persil belgeleri" olarak adlandırılan Persilscheine- elde etmek kolaydı. Nazi suç ortaklığı şüpheleri, tarihi bir temizlikle silinebiliyordu. Şüpheli Nazi suçluları, iyi insanlar olduklarına dair itibar beyanlarıyla aklanabiliyordu. İnsanlar temizce yıkanmaktan ya da kahverengi bir gömlekle girip beyaz bir gömlekle çıkmaktan bahsediyorlardı. Birkaç yıl sonra yeni Federal Meclis, süreci resmileştiren 131. maddeyi kabul etti. Söz konusu yasa politikacılar, yargıçlar, askeri görevliler, öğretmenler ve doktorlar da dahil olmak üzere kamu görevlilerinin, Nazilikten arındırma testini geçmeleri halinde otomatik olarak görevlerine iade edilmelerini sağladı. Emekli maaşları iade edildi. Bir dizi iş dünyası lideri, suç ortaklığı yapan şirketlerin yönetimindeki görevlerine geri dönebildi.
Hem kişilerin hem de kurumların yüzleşmesi
1940'ların ortalarından sonlarına kadar, en korkunç savaş suçluları dışında daha küçük yavruların peşine düşmeye pek ilgi gösterilmiyordu. Sadece yirmi dört üst düzey Nazi, Nürnberg'deki Adalet Sarayı'nda yargılandı. On iki kişi ölüm cezasına çarptırılırken on tanesi aynı gün, 16 Ekim 1 946'da binanın spor salonunda asıldı. Bu, kamusal bir suçluluğun tezahürüydü ama aynı zamanda savaş defterinin kapatıldığına dair bir anlatının parçasıydı da. Kurumlar fikirlerini değiştirmek zorunda kaldı. İlk kabul edenlerden biri, Ekim 1945'te Stuttgart İtirafı olarak adlandırılan şeyle Nazilerle işbirliğini kabul eden Protestan Kilisesi'ydi . "Bizim aracılığımızla birçok halk ve ülkeye karşı çok sayıda kabahat işlendi;' denildi. "Cemaatlerimizde sıklıkla tanıklık ettiğimiz şeyi, şimdi tüm Kilise adına ifade ediyoruz: Nasyonal Sosyalist şiddet rejiminde korkunç ifadesini bulan zihniyete karşı uzun yıllar İsa Mesih adına savaştık; ancak kendimizi inançlarımıza daha cesaretle sahip çıkmamakla, daha çok ibadet etmemekle, daha içten inanmamakla, daha çok sevmemekle suçluyoruz."
Bir kuşağın hesaplaşma süreci
Savaş kuşağı yaşlandıkça, çocukları ana babalarına ve çevrelerindeki insanlara sorular sormaya başladılar. Batı dünyasında altmışlar müzikten, cinsel özgürleşmeden ve politik radikalizmden etkilendi. Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı antipati ve Vietnam'daki savaş gibi bazı konular kıta genelinde insanlar tarafından paylaşılıyordu. Üniversite kampüsleri genellikle kapitalizme, tüketim kültürüne ve emperyalizme karşı gösterilerin odak noktasıydı. Paris'te, kısa sürede yükselen öğrenci isyanı Charles de Gaulle'ü Elysee Sarayı'ndan kaçmak zorunda bıraktı. Almanya'da protestolar benzer politik saiklerle yapılmakla birlikte kişisel bir tarafı da vardı. Reşit olanların çoğu, geçmişin kefaretini ödemek şöyle dursun, dile getirmeye bile başlamamış olan bir elit kesime karşı öfkeyle doluydu. Kurt Georg Kiesinger'in şansölye seçilmesi insanlar tarafından provokatif olarak görüldü. Kiesinger, savaştan sonra tüm atfedilen suçlardan aklansa da Joseph Goebbels'in Propaganda Bakanlığı'nın radyo bölümünden sorumluydu. Nereye bakarsanız bakın, bir şeylere karışmış yüksek mevkiden birileri vardı. Bu duruma karşı protestolar iki yıl boyunca devam etti.
Hatırlamaya örnek verebileceğimiz ikinci örnek: Meryl Streep'i içeriyor. Dört bölümlük bir mini dizi olan Holocaust, ilk olarak Nisan 1978'de ABD'de NBC'de yayınlandı. Biri Yahudi, diğeri Hıristiyan olan iki kurgusal aileye odaklanarak, Shoah'ı dünya çapında milyonlarca insanın evine konuk etti. Aşırı sağın durdurma girişimlerine rağmen, bir yıl sonra WDR tarafından Almanca dublajı yapılarak yayınlandı. Yayınların yapılmasını sağlayan iki verici bombalandı. Diziyi, televizyonu olan tüm hanelerin neredeyse yarısı, yirmi milyondan fazla Alman izledi. Aşırı duygusal ve temizlenmiş olabilirdi ama bu bir yayındı ve toplumsal sansasyon yaratmıştı. Olağanüstü bir şey başararak suçluluk fikrini Nazi liderliğinin ötesine, her eve taşıdı. Nihai Çözüm'ün planlandığı Wannsee Konferansı'nı soğuk ayrıntılarla dramatize etti. Kamplardaki sürgünleri ve imha edilen insanları gösterdi. Ailelerde kırılmalara yol açtı. Baba, savaşta ne yaptın? On binlerce izleyici, yaşadıkları şok ve utanç duygusunu ifade etmek için WDR'yi aradı.
1970'lere gelindiğinde, Alman tarih müfredatı Nazi dönemi hakkında daha açık sözlü hale gelmiş olsa da öğretilme şekli hala büyük ölçüde duygusuz ve istatistikseldi. Bu TV dizisinin dönüştürücü bir etkisi oldu. Okullar dizinin kopyalarını istedi; sınıflar için projektörler satın alındı. Holokost üzerine yeni bir ticari ve akademik kitap listesi araştırılmaya ve yazılmaya başlandı. Federal Meclis, geriye dönük cezaların süresini ihtiyatlı bir şekilde uzatarak zaman aşımını derhal kaldırdı ve daha fazla kovuşturmanın yolunu açtı.
Yarın çok geç olabilir
Tüm bunları neden mi anlattım. Bir toplum düşünün ki ırkçılık fikriyle dünyanın en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirsin ve ardından ödediği tüm bedellere rağmen yaşananlardan dolayı acı çeksin. Bugün Alman toplumunda ırkçılığın bittiğini söylemek safdillik olabilir. Ancak toplum ve bu toplumun kurduğu tüm kurumlar bu soykırımla yüzleşmeyi seçerek tarihin ağır yükünü hafifletmeyi tercih etti. Fransa’ya gelirsek İkinci Dünya Harbi yıllarında Yahudilerin öne çıktığı ancak diğer gruplara da yönelen bir ayrımcılığın yoğun yaşandığını biliyoruz. Hatta bu dili çoğaltan, antisemitik bir basının oluştuğunu da biliyoruz. Dönemin Fransa’sında tüberkülozun yayıldığı bölgelerde Yahudileri sürgün eden ve bu salgından Yahudileri sorumlu tutan bir Fransız toplumunun varlığından da haberdarız. Bugün bu toplumun ırkçılık öznesi Müslümanlar olduğu anlaşılıyor. Tüm bu ırkçılığın arka planında Fransız toplumunun yaşadığı ekonomik sıkıntılar olduğu da bir gerçek.
Bugün kıta Avrupa’sında yükselen ırkçılık ve milliyetçilik söylemi, bu sorunlara paralel gerçekleşen göçmen ve bu göçmenlerin entegrasyonu sorunu bize bir şeyler anlatmalı… Geçmişi hatırlama ve yüzleşmek konusunda Almanlar kadar cesur davranamayabiliriz. Yarın çok geç olabilir…