Baha YILMAZ'ın 9 Kasım 2023 tarihli yazısı: Türkiye’nin Yeni Kırmızı Kitabı 1

90’lı yılların başından itibaren gelişen enformasyon, ulaşım ve teknoloji devlet denilen mekanizmalara yeni tehdit türleri üretti. Özellikle sınırların katı çizgilerinin silikleşmesi ile birlikte nüfus geçişlerinin artması dolayısıyla da devlet dediğimiz aygıtın yeniden yapılanmasına ve yeni güvenlik politikaları oluşturmasına gerekçe oldu.  Tüm bu süreç içerisinde devlet karşısında daha doğrusu yeni güvenlik politikaları karşısında birey haklarının ve birey kavramının yeniden tartışılma gündeme geldi.

Tüm bu tartışmalar ve birey kavramının yeniden gündeme gelmesi kamusal alan tartışmalarının yeniden alevlenmesine de gerekçe oldu. Özellikle 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırı ile Güvenlik Politikalarındaki net değişim hem gözle görülür oldu hem de tüm dünyayı etkiler bir duruma geldi.

Tüm bu değişim sürecinde devlet hangi noktaya kadar güvenlik diretmesinde bulunabilir? Birey hangi noktaya kadar özgürlük ve haklar konusunda sesini yükseltebilir? İşte bu sorular son dönem uygulamalarında karşılaşacağımız veya karşılaştığımız temel sorular olarak önümüzde duruyor.

Peki insani güvenlik kavramını gündeme getiren ve bu kavramın karşısında güvenlik politikalarını geliştiren tehdit unsurları nedir?

İşte güvenlik politikaları geliştiren tehdit unsurları;

-          Ekonomik çöküş

-          Politik baskılar

-          Kıtlık

-          Doğal afetler

-          Nüfus artışı ya da nüfus hareketleri

-          Etnik ayrılıklar ya da çatışmalar

-          Bölgesel ve iç çatışmalar

-          Doğa ve çevre tahribatı

-          Örgütlü suçlar

-          Devletlerin kendi halklarına yönelik şiddet eylemleri

-          İnsan ve silah kaçakçılığı

-          Kara para aklama

-          Finans dolandırıcılıkları

Önümüzdeki süreçte muhtemel bir güvenlik sorunu alanı ise Yapay Zeka uygulamaları olabilir. Bu alandaki tehdit kavramının Yuval Noah Harari tarafından sıkça dile getirildiğini de biliyoruz. Öte yandan Harari pandemiyle birlikte yeni bir sorunla yüzleştiğimizi de söylüyor: “Bu krizi ulusalcı izolasyonla mı yoksa uluslararası iş birliği ve dayanışma ile mi göğüsleyeceğiz? Ayrıca, tek tek ülkeler bazında krizi totaliter, merkezileşmiş kontrol ve denetim ile mi yoksa toplumsal dayanışma ve yurttaşlara yetki verme yoluyla mı aşacağız?” Aslında Harari, pandemi krizi gerekçesiyle oluşacak olan  yeni güvenlik politikalarını ve bu politikaların sonuçları açısından uyarıyordu.

Noah Harari’nin uyardığı ulus devletçi politikalar açısından dünya özelinde baktığımızda ABD’nin Ortadoğu’dan ve Doğu Asya’dan çekilmesi, Çin ile olan ve temelde ticaret savaşları ekseninde gelişen gerilimi, Rusya ile olan Ukrayna gibi coğrafi güç çekişmeleri, özelde göç ve sosyal politika sorunlarının getirdiği gerilimler ile yeni güvenlik politikalarını uygulamaya geçirdiğini görüyoruz. AB özelinde baktığımızda özellikle Suriye savaşı sonrası gelişen göç sorunu, Rusya ile yaşanan enerji sorunları, Ukrayna özelinde Rusya ile yaşanan gerilim ve tabi ki küresel şirketlerin global uygulamaları karşısında fakirleşin vatandaşlarının verdiği sosyal tepkiler sayılabilir. Çin açısından bakıldığında ise ABD ile olan gerilim, Japonya ile yaşanan sorunlar, Doğu Türkistan sorunu, Rusya varlığının getirdiği tedirginlik, devamlı büyüyen bir nüfus baskısı vs. Tüm bu tehdit unsurları ile Çin devleti açısından yeni güvenlik politikalarının uygulamaya sokulduğu görülmekte…

Peki Türkiye’de durum nasıl?

Türkiye’de durum dünya genelinden pek farklı gelişmediği görülüyor. Tek bir farkla o’da Türkiye’de ciddi bir politik eksen değişiminin hissedilmesidir. Pandemi süreci öncesinde başlayan ekonomik sıkıntılar ve ardından gelen pandemi ile birlikte ciddi bir stres yaşayan Türkiye ekonomisi yüksek faiz-düşük kur yaklaşımının getirdiği uygulamalardan netice alamaması, ekonomi yönetimindeki beklenmedik değişiklikler (son 3 yılda üç Maliye bakanının ve dört Merkez Bankası başkanının değişmesi gibi), piyasalarda maliyet eksenli bir enflasyon baskısının yaşanması 20 yıllık Ak Parti iktidarını etkilemekte. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarda iki önemli husus öne çıkmaktaydı. Öncelikle Ekonomik bir kurtuluş savaşının verildiği ve Yeni Ekonomik Programın arkasında sıkı sıkıya durulacağıydı. Üstelik Türkiye ilk defa kendi ekonomik programını uygulama fırsatı bulduğu vurgusu da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından üstüne basa basa ifade edilmişti. Yeni Ekonomik Program’ın öne çıkan birkaç başlığı var. Üretimin, ihracatın ve istihdamın artırılması ve bunun içinde düşük faiz ve yüksek kur politikasının uygulamaya konulması.

Aslında Türkiye’nin öne çıkan sorunları sadece ekonomik cephede değildi. Suriye Sorunu, Yunanistan ile yaşanan Mavi Vatan gerilimi, Libya’da Hafter ile yaşanan sorunlar dolasıyla Mısır ile yaşanan gerilimler, ABD ile yaşanan F35 krizi ve arka kapıda bekletilen Halkbank meselesi, Suriye ve Afganistan’dan alınan yoğun göç baskısı sorunların sadece ekonomik cephede olmadığını gösteriyordu. Tüm bu tehdit unsurları ile beraber başkanlık sistemindeki yaşanan aksaklıklar Türkiye için yeni bir siyasal rejimin sinyallerini vermesi için yeterli gerekçeler olarak gözüküyordu. Tam bu süreçte Etyen Mahçupyan Serbestiyet’te yazdığı bir metin ile buna dikkat çekiyordu: “İktidar yeni bir ‘resmi ideoloji’ öneriyor!” Peki ne diyordu Mahçupyan: “Erdoğan topluma yeni bir gelecek sunuyor. Söz konusu ekonomi stratejisi siyasi bir tercih olmanın ötesinde ‘bir siyasi tercihin’ parçası. Bu siyasi tercihi yaklaşık altı aydır İttihatçılık olarak adlandırıyorum. (…) Ortada bir devlet politikası var. İktidar koalisyonunun bütün tarafları bu yeni doğrultuda anlaşıyor. Ekonomideki tercih siyasi ve ideolojik olanın içine oturuyor. Ekonomi güvenlikle bütünleşiyor ve dış politikanın, ülkenin küresel sistemdeki yerinin kaldıracı olarak işlev kazanıyor.”