Hüseyin ALPASLAN'ın 16 Mart 2023 tarihli yazısı: Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’in Yargılanması - I
Nusret Bey, Bayburt kaymakamlığı ve Ergani mutasarrıflığı görevlerinde bulunduktan sonra Birinci Dünya Savaşı sürerken 14 Haziran 1917 tarihinde Urfa mutasarrıflığına tayin olmuştur [1]. Ermeni tehcirinin gerçekleştiği 1915-1916 yıllarında ise Bayburt ve Ergani’de mülki görevlerde bulunmuştur. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından İtilaf Devletleri’nin Osmanlı topraklarındaki işgali başlamış olup, bu kapsamda 24 Mart 1919 tarihinde İngilizler Urfa’yı işgal etmişlerdir. İşgal sırasında Urfa mutasarrıflığı görevini yürüten Nusret Bey, Urfa’ya giren İngiliz askeri birliğine tepki göstermiştir. Urfa’yı işgal eden askeri birliği karşılamaması [2], İngilizlerin dikkatini çekmiş ve İngiliz birlik komutanının Nusret Bey’e karşı kişisel husumetine yol açmıştır. Nihayetinde İngilizler, İtilaf Devletleri karşıtı olan Osmanlı Devleti görevlilerini zamanı geldiğinde gereği yapılmak üzere fişlerlerken, listelerine Nusret Bey’i de dâhil etmişlerdir [3].
İngilizleri işgalci addederek ve onlara saygı göstermeyerek kara listeye eklenen Nusret Bey, işgale karşı çıkan tüm vatanseverler gibi Ermeni tehcirinde işlendiği iddia edilen suçlar bahane edilerek Damat Ferit hükûmetinin Dâhiliye Nezareti tarafından 6 Nisan 1919 tarihinde Urfa mutasarrıflığı görevinden azledilmiş ve tutuklu olarak İstanbul’a nakledilmiştir[4]. Nusret Bey’in, Mustafa Nazım Paşa’nın reisliği döneminde yapılan sorgusunda bir suç tespit edilememiş ancak İzmir’in işgal tarihine kadar tutukluluğu sürmüştür. İzmir’in işgaline karşı ülke genelinde meydana gelen tepkiler, mitingler ve vatanseverlerin tutuklanmasına karşı kamuoyunda oluşan olumsuz hava üzerine; dönemin hükûmeti harekete geçerek içerisinde Nusret Bey’in de olduğu Bekirağa Bölüğü’nde bulunan bazı tutukluları serbest bırakmıştır[5]. Nusret Bey, serbest kaldıktan altı ay sonra 6 Kasım 1919 tarihinde yeniden tutuklanmış, Danıştayın 18 Aralık’ta verdiği “yargılamasına gerek yok” kararına rağmen serbest bırakılmamıştır[6]. 5 Aydan fazla tutuklu kalan Nusret Bey’in Divân-ı Harbi Örfî’de yargılanmasına, 16 Mart 1920 tarihinde Salih Paşa hükûmetinin iş başında olduğu dönemde, Esad Paşa başkanlığında başlanmıştır[7].
Nusret Bey’in yargılanmaya başlandığı tarih ne tesadüftür ki İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmi işgali ve Şehzadebaşı Karakolundaki askerlerin şehit edilmesi ile aynı tarihe denk gelmiştir. Duruşmaya Nusret Bey hakkında ileri sürülen iddiaların okunması ile başlanmıştır. Sorgu hâkimi, Nusret Bey’i Bayburt ve Ergani Madeni tehcirleri sırasında meydana gelen Ermenilerin öldürülmesi ve mallarının gaspı gibi olaylardan dolayı itham etmiştir. Hakkındaki iddialara cevap veren Nusret Bey, tehcir yılında Bayburt’tan sevke tabi tutulan Ermenilerin peyderpey, jandarma ve depo alayı personeli tarafından korunmak suretiyle, Erzincan’a, Ordu Komutanlığı tarafından nakledildiklerini, bu arada savaşın sürdüğünü, 2 bin 500 Ermeni’nin eşyalarının Emvali Metruk Komisyonu tarafından satıldığını, Mal Müdürü Evakim Bey’in öldürüldüğüne dair iddiaların doğru olmadığını, intihar ettiğinin polis raporu ile teyit edilebileceğini, kendisinin bu dönemde özellikle asker sevkiyatları ile uğraştığını ifade etmiştir[8].
Damat Ferit hükûmetinin iş başına gelmesinden sonra 23 Nisan 1920 tarihinde Divân-ı Harbi Örfî’ye olağanüstü yetkiler veren ve yargılama usullerinde köklü değişiklikler yapan kararnamenin yürürlüğe girmesiyle beraber, Nusret Bey’in yargılanmasına gizli duruşmalarla devam edilmiştir. Mahkemede yargılamanın hangi tarihlerde yapıldığına ve Nusret Bey’in ne zaman ifade vermiş olduğuna dair resmi bir bilgi ve belgeye ulaşılamamıştır. Ferudun Ata eserinde Nusret Bey’in savunmasını yazarken, Müslüm Akalın’ın eserinde bulunan Nusret Bey’in kendi el yazısı ile yazdığı savunma ile Nusret Bey’in Bekirağa Bölüğü’nde cezaevi arkadaşı olan Süreyya Sami Berkem Bey’in anılarında yazılanları kaynak göstermiştir[9].
Divân-ı Harbi Örfî’de Nusret Bey hakkındaki davanın sürdüğünü, o dönemin bazı gazetelerinde bulunan şikâyetçi ve tanık arama duyurularından anlıyoruz. 29 ve 30 Nisan tarihlerinde Peyâm-ı Sabah ve Serbesti gibi hükûmet taraftarı gazetelerde, Bayburt ve Ergani Madeni tehcirinde işlenen suçlarla ile ilgili bilgisi ve görgüsü olanların mahkemeye müracaat etmeleri ilan edilmiştir[10].
Nusret Bey’in yargılandığı davada ileri sürülen suçlamalar, daha önce anlattığımız Divân-ı Harbi Örfî yargılamalarındaki iddiaların benzeridir. Önceden kendilerine ezberletilmiş ifadeleri veren Ermeni müştekiler ve tanıkların beyanları doğrultusunda, Ermenilerin öldürülmesi, işkence yapılması ve mallarının gasp edilmesi gibi aynı minvalde iddianameler hazırlanmış ve bu içerikte yargılamalar yapılmıştır. Mahkemelerde sanıkların lehine hususlar değerlendirilmediği gibi; 23 Nisan 1920 tarihinden sonra Divân-ı Harbi Örfî’de yapılan Zor Mutasarrıfı Zeki Bey’in yargılanması, Erzincan tehciri davası ve Nusret Bey’in yargılanması safhalarında, duruşmalar gizli yapılmış, sanıkların avukat bulundurulmasın izin verilmemiş ve yargılamaların nasıl yapıldığı hakkında kamuoyu yeterli bilgiye ulaşamamıştır.
Nusret Bey’in bir duruşmadan döndükten sonra, mahkemenin işleyişi ile tanıklar ve mahkeme başkanı hakkında anlattıklarını, koğuş arkadaşı Süreyya Sami Bey’in anılarından aktaran Ferudun Ata’nın eserinden nakletmek istiyorum;
“Nusret Bey, hayatında ne böyle bir mahkeme ne de bir mahkeme heyeti gördüğünü, tarihte anlatılan engizisyon mahkemesinin bile bu derece taraflı ve zalimane davranmadıklarını söylemiştir. Şahit olarak getirilen Ermeni’nin bülbül gibi anlattığına dikkat çekmiş olan Nusret Bey, anlaşılan dersini iyi ezberletmişler demiştir. Şahit anlatırken filan senenin, filan ayının gününde, filan kasabanın şu kadar kilometre doğusunda tehcir kafilesiyle beraber bir vadinin içinden geçerken karşılarına kendisinin çıktığını, altında beyaz bir at ve tepeden tırnağa silahlı olduğunu ve Nusret Bey’in kafileyi durdurarak jandarmalara vur emri verdiğini söylemiştir. Anlatılanlara şaştığına dikkat çeken Nusret Bey, herkes ölmesine rağmen nasıl kurtulduğunu da hayret etmiştir. Nusret Bey, ona da bir kulp bulmuşlar, demiş ve şahit, güya ilk ateşi müteakip yere serilmiş ve kendisini ölü gibi göstererek dağdan dağa giderek Rus hududuna yürümüş ve böylece kurtulduğunu anlatmıştır.
Bu konuşan Ermeni’nin şivesinin Bayburtluya benzemediğine de dikkat çeken Nusret Bey, bu cihetin araştırılmasını istemiş, ancak reisin kendisine söz söyletmediğini ifade etmiştir. Nusret Bey, bu şekilde birkaç şahit dinlendiğini, fakat o bölgeleri bilmedikleri için aynı olayları birbirinden elli kilometre uzaklıkta farklı yerlerde anlatmış olduklarına işaret ederek patrikhane şahitleri çalıştırırken işin karışıklığa gelmiş olduğunu, çünkü şahitlerin ifadelerinde herhangi bir bağ olmadığını anlatmıştır. Nusret bu noktada da mahkeme heyetinin dikkatini çekmek istediğini ancak kendisine söz hakkı verilmediğini belirtmiştir.” [11]
Nusret Bey’in yargılanması sırasında, mahkemede müşteki ve tanıkların vermiş oldukları ifadelerin, daha önce anlattığımız yargılamalarda da olduğu gibi bazen birbirinin kopyası olması, bazen olayların zamanının ve mekânının karıştırılıp çelişkiye düşülmesi ve zanlıların görev yerlerinin ve isimlerinin yanlış söylenmesi gibi tenakuzlar içermesi, Ermeni patrikhanesi gibi bazı merkezler tarafından uydurma şikâyetçi ve tanıkların organize bir şekilde mahkemelere gönderildiğini göstermektedir. Nusret Bey, 24 Haziran 1920 tarihinde mahkemede yaptığı savunmada, tanık ifadeleri arasındaki çelişkiler ile asılsız ve düzmece suçlamalara dikkat çekmiştir. Nusret Bey, tanıkların hayali ve ezberletilmiş ifadelerinde kullandıkları Mehmet Nusret isminin sadece yıllıklara bakılarak özel şekilde öğrenebileceğini, kendisinin resmi ve özel işlerinde hiçbir zaman Mehmet ismini kullanmadığını ancak tanıkların “Mehmet Nusret” ismini öğrenmelerine şaştığını hatta tanıklardan kendisini tanımayanların olduğunu, bu nedenle yanlışlıkla isminin “Nusreddin” olarak değiştirildiğini ifade ederek, mahkemenin nazarıdikkatını tanıkların öğretilmiş, uydurma ve gerçek dışı sözlerine celp etmek istemiştir[12].
Nusret Bey savunmasının devamında, tanıkların, Bayburt’tan Sadak’a kadar olan bölgede bulunan bir derede bazı kişilerin boğulduğunu iddia ettiklerini, hâlbuki bu bölgede değil dere, küçük bir su parçasının dahi olmadığını, Ermenilerin terkedilmiş mallarını aldığına dair suçlamaların yalan olduğunu, bütün ailesinin fakir ve hali hazırda kiralık küçük bir kulübede ikamet ettiğini söylemiştir. Nusret Bey, para çaldığı yönündeki ithamların doğru olmadığını ise yamalı pantolonundan çıkarttığı bir lirayı mahkemeye göstererek anlatmak istemiştir[13].
Nusret Bey’in aleyhinde verilen ifadeler mahkeme kayıtlarına geçirilirken, Nusret Bey’in tanık ifadelerini çürütücü sözleri ve bu husustaki çelişkileri anlatan ifadelerinden bir teki bile kayıtlara geçirilmemiştir. Nusret Bey’in yalnızca savunma safhasındaki sözleri mahkeme tutanaklarına kaydedilmiştir[14]. Nusret Bey’in yargılanması sırasında, Nemrut Mustafa Paşa başkanlığında Divân-ı Harbi Örfî’de yapılan duruşmaların gizli olması, sanıkların avukat ve temyiz haklarının bulunmaması gibi tuhaflıkların yanı sıra mahkemenin taraflı tutumu ile sanık ifadelerinin kayıtlara geçirilmemesi gibi hukuksuz uygulama bile, Nusret Bey hakkında verilen idam kararının önceden kararlaştırıldığı izlenimini kuvvetli bir şekilde doğurmaktadır. Buradan çıkarttığımız sonuç; özellikle 23 Nisan 1920 tarihinde mahkemelerin işleyişinde yapılan esaslı değişiklikler sonrasında, Divân-ı Harbi Örfîlerde icra olunan yargılamaların, sanıklar aleyhinde verilen hukuksuz ve acımasız kararlara meşruiyet kazandırma ritüelinden öteye gitmediğini göstermektedir.
(İkinci bölüm ile devam edecek...)
Kaynakça
[1] Ferudun Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir Yargılamaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2017, s.263-264.
[2] Urfa’nın işgali sırasında İngiliz askeri birliğini karşılamaya çıkmayan Nusret Bey, İngiliz komutan tarafından azarlanmıştır. Nusret Bey “işgalcileri karşılamak bir Türk mutasarrıfına yakışmaz” demiştir. bk. Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s.183.
[3] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.264.
[4] Sarıhan, a.g.e., s.195; Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.264.
[5] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.265.
[6] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.265.
[7] Alemdar, 16 Mart 1920, nr. 454.
[8] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.266.
[9] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.267.
[10] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.266-267.
[11] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.268.
[12] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.269
[13] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.269-270.
[14] Ata, İşgal İstanbul’unda Tehcir, s.270.