Baha YILMAZ'ın 26 Aralık 2023 tarihli yazısı: Sen Hep Çocuksun ve Annen Yok...

Çocukluğumla, geçmişime dair olanla hatta tarihçemin en önemli bölümüne bizzat katılmış bir dünyayı anlatmaya çalışmamın ilk kıpırtısı…

Şimdi düşünüyorum…

Annemin ardından yaşadığım derin sessizlik zaman zaman aralanır gibi… Hayal meyal hatırladığım siyah beyaz filmlerin sahnelerindeki annemi görüyorum… Küçüğüm ve sevgisine aşığım…

Yer yer içime düşen sızı ya da derinden gelen ıtırlı bir koku hep onu bana hatırlatıyor.

Erzurum’un soğuk kış günlerinde, eski halinden şimdi yerinde yeller esen Gürcükapı mahallesinin adıyla müsemma olan, Krali apartmanının en üst katına konmuş çatı katı dairesinin, soğuk duvarları hep onun sevgisiyle ısınırdı. Babamın gençlik çılgınlıklarını ve zekâsının aşırılıklarını bu iki gözlü çatı katında göğüsledi. Yoklara değil, var olanın konsantrasyonuyla bize sağladığı moral, şimdilerde aradığım ve yokluğunu hissettiğim en derin duygu… Ailesinden getirdiği vakar edası ve asaleti daha olana değil kanaate bir tavır getirirdi. Bu tavır dışarıdan bakanlar için bir örnek vaka gibi incelenen ve imrenilen bir durumdu.

İlkokula başladığım 70’li yılların tüm yokluklarını ve sosyal kaoslarını göğüslerken babama sahip çıkışı ve onu derinden kollaması, dönemin çalkantılı yıllarında, babamın siyasal konulardaki fevriliğini en sessiz manevralarla normalleştirmesi aklımın en derin noktalarında kazınmış gibi bugün gözlerimin önünde… Çocuklarıyla oluşturduğu küçük dünyasında ortaya koyduğu fedakârlık ve sevgi, yaşadığımız her zorluğa şifahi bir gerekçe bulurdu. -40 dereceye ayarlı çift camlı pencerelerimizden seyrettiğim İstasyon Caddesi'nin bitimsiz yolu, Seher Lokantası'nın içinde küçük balıkların kol gezdiği süs havuzunu aşarak dışarılara taşan enfes döner kokuları ya da Gürcükapı Cami’sinin geniş avlusunda her öğlen kaldırılan vadesini doldurmuşların naaşları, küçük dünyamın en baskın motifleriydi. Pencerenin önünde yaptığımız sohbetlerde İstasyon Caddesi'nin sonunda olan gardaki trenlerin nereye gittiğini konuşur, Gürcükapı Cami’sinden kalkan cenazelere Fatihalar gönderir, Seher Lokantası’ndan babamın getirmeyi vaad ettiği döner dürümlerin ne zaman geleceğini konuşurduk.

Azer’in (Kardeşim) prematüre bir doğumla, erken bir takvimle aramıza katıldığı ekim günlerinde yaşadığım tedirginliğin ve korkunun beni nasıl derinden etkilediğini şimdilerde yorumlayabiliyorum. Yaşadığım korkunun arkasında annemle oluşturduğum dünyanın bir başkasına açılmasına değil, annemin Azer’i nasıl doğurduğunun getirdiği korku vardı. Sabah annemin çığlıklarıyla uyanamamamın ardından akrabaları çağırmamı isteyen feryadının akabinde hızla evden çıkışımı dün gibi hatırlarım. Döndüğümüzde karnına koyduğu ağır bir havan yardımıyla Azer’i, banyoda tek başına doğurmuştu bile… Babamın sık sık çıktığı saha seyahatlerine denk gelen bu olay, babamın mücbir durumu olmasına rağmen doğumdaki yokluğunun ona karşı olan hislerimi etkilediğini hep düşünmüşümdür.

Çok küçük yaşlarda annesini kaybedişi, ardından erken bir yaşta evlenmek zorunda kalışı, tahsil yapamayışı, onun hareket alanını hep kısıtladı. Babamın, dayımla olan kırgınlığı ise onu daha uzunca bir süre yalnız bırakmıştır. 16 yaşında nişanlanıp 18 yaşında evlenen annemin evlilik ve kendi hayatına dair olan kanaati ne çok iyi ne de çok kötüydü. Evliliğini yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya benzediğini bilirdi. Aslında, babamla annemin kaderleri birbirine benzerdi. Her ikisinin küçük yaşta annelerini kaybedişi, üvey anne kavramıyla tanışmalarıyla birlikte alt üst olan hayatları kaderin bir cilvesi gibi onları bir araya getirmiş ancak çok fazla ortaklık üretmelerine izin vermemişti.

Her zaman merak ettiğim konulardandır annemle babamın ilk tanışmaları ya da ilk karşılaşmaları nasıl oldu? Ancak annem bu konuda kimi zaman tekrar tekrar sormama rağmen pek bir cevap vermemiş hep beni geçiştirmeyi yeğlemiştir. Annemin son dönemde astım rahatsızlığının artmasından önce bütün dünyası birkaç parça komşu, çocukları ve eviydi. 12 Eylül ihtilalinden sonra babamın bir nevi sürgün gibi Ankara'ya gelişi, mesleki kariyeri için yeni bir aşamaydı. Çünkü yönetici olarak tayin edilmişti. Babam önden gitmiş ve göreve başlamıştı. Hatta bu görev sebebiyle annem, Azer ve benim sünnetimi yalnız başına gerçekleştirmiş, birkaç eş dost ve komşu, anneme refakat etmişti. Ne sünnetimizde ne de sonrasında babam yanımızda olamamıştı.

Her evlilik kendi içinde mutlulukları, güzellikleri barındırdığı gibi acıları ve yürek kırılganlıklarını da barındırır… Galiba annem ve babamın arasındaki olanlar karşılıklı bir süreç yönetememenin bir sonucuydu. Her şeye rağmen, içinde oluşan çığlığa rağmen eşiyle olan durumunu kimseye hissettirmedi ve konuşmadı. Babamla birlikte davetlere, etkinliklere katıldı. Daha da ötesi durumu babamın lehine izale etmiştir. Olgun ya da eskilerin deyişiyle kâmil bir kadındı. Bir meselenin ilerisinde neler olabilir bunları görürdü. Bunlara göre de peşinen tavır alırdı. Eğitime, görgüye, asalete inanırdı. İyi bir Müslümandı. İtikat ve iman noktasında tavizsizdi.

Şimdi şimdi geçmişe baktığımda ne kadar çok şey yaşamışız… Yaşadıklarım çok mu yeterli?

Kesinlikle hayır...

Çünkü, babamın ölümünden sonra astımla olan mücadelesi her geçen gün kötüye gitti. Babamdan sonra yaşadığı 5 yıllık sürede daha kaliteli bir hayat geçirebilirdi. Babamın vefatından sonra yaşadığı her şeye rağmen babamın ölümüne büyük bir kayıp olarak yaklaştı. Kimi durumlarda değerlendirmelerini babamın yapacağı olası davranışlar üzerinden okurdu: “baban olsa şimdi şöyle derdi” ya da “baban burada olsaydı şöyle yapardı” gibi. Bu yaklaşımı aralarında derin bir sevginin varlığına da bir işaretti.

Bünyesinin kuvvetli oluşundan dolayı bir 5 sene direndi. O’nu, tek sevinç kaynağı olan torunundan feragat etmek korkuturdu.

Torunuyla arasındaki ilişki benim ya da eşimin pek anlayabileceği türden değildi. Çünkü ne ben büyük babaydım ne de eşim büyük anneydi. Bu farklılığı hep bir sevgi seli gibi anladık biz. Ancak 6 yaşına gelmiş torununun anneler gününde babaannesini çok özlediğini söylemesi ve ağlamasıyla idrak etme fırsatı buldum. Galiba annem haklıydı. Torunuyla arasındaki ilişki son derece sahici ve saf bir diyalogdu. Annemin vefatından sonra 4 ay kadar bir süre babaannesinin ölümünü torununa söyleyemedik. En sonunda kendisine durumu açtığımda ben zaten biliyorum deyip ağlayışını unutmadım.

Geçmişin satır aralarını hangimiz okumayız ki, siyah beyaz resimlerin sararmış yüzlerine, küçük bir çocuğun hıçkırıklarına teyellenmiş küçük desenlere hangimiz takılmayız ki... Hepimizin derin tarihinde, o en diplerde bir yerde, hep saklı kalmış açığa çıkarmadığımız bir anne figürü vardır. Yüzünü saklayan ya da bunaltan, hatırlamak istemediğiniz bir kadın. Kimi zaman yaşadıklarını hatırlamak istemeyiz kimi zaman yaşattıklarını... Ne değişir?

Zannedilenin aksine erkek çocuklarının ilk şahsiyet mücadeleleri kendilerini sevgiyle kuşatan bu kadınadır aslında. Onun için düşünen, onun için planlayan, onun için hayaller kuran... Bu sevginin sonu; çoğunlukla hazin bir iç çekişle biter. Kırılan hayaller, karşılığı yeterince ifade edilmemiş, gösterilmemiş mahzun duygular. Annemin tüm bu duygulardan ve yaşanmışlıklardan azade olduğunu söylemek güç... Bilerek ya da çoğunlukla da bilmeyerek onunla ilişkilerimde yarıda kaldığımı, bugün geçmişe baktığımda çok iyi anlıyorum. İlk çocukluk dönemimin yegâne arkadaşı olan anneme kana kana, ergenlik coşkunluğuma hazırlandığımı bilirim. Yalnızlık bunaltılarımın ve kitaplardan kaldırdığımda başımın tacı oldu.

Ancak, insanın tekâmül ve değişim yeteneği, olduğunuz yerde kalmayı engelleyen bir özellik. Annemin Krali Apartmanı'nın çatı katında hayaller kurduğu, hasret ettiği, o çocuklukta kalamadık, maalesef. Tercüman Çocuk Dergilerinden yaptığım birikinti dağının ki bunlara küçük harçlıklarla biriktirerek aldığım, Ömer Seyfettin'in, Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarının bir hayli katkısı olmuştur. İşte ne demiştim, bu birikinti dağının zirvelerinde ben değişim ve intibak hayalleri kurarken annem sessiz bir yalnızlığı yaşıyordu. Bugün düşündüğümde benim varlığım kendisine ait bir sedaydı. Benle düşünür, benle yer-içer, benle yaşardı. Babamın işine olan bitimsiz sevdası başkalarını bu sevda denizinde kulaç attıracak türden değildi. Bu sevdada annem de istediği bir konum bulamadı hiçbir zaman.

Bu sevdanın dışında neler buldu? Bilemem ama O'da hiçbir zaman bir mizan hesabına girmedi. Tok ve mağrur duruşunu bozduğunu görmedim. Bizim de (kardeşim ile) tok durmamız için her türlü gayreti sergilemekten çekinmezdi. Kimi zaman isteklerimizi törpüler kimi zamanda kendi harcamalarından kısarak da olsa müthiş bir cömertlik sergilerdi. Törpülerdi dedim ama bunu bir göz işaretiyle ya da anlamlı bir bakışla sergilerdi. Örneğin, çocuklukta gittiğimiz komşu teyzelerin evlerinde ya da bir misafirlikte ikramın dışında bir şey istemek annem için kabul edilebilir bir şey değildi. Hatta kendisine sunulan ikramda bile mütevazı olmak, karşı tarafı bu hüsnü kabulünden dolayı onore etmek onun için mücbir bir durumdu. O yüzdendir ki, önümüze konulan tabağı silip süpürmemek gerekirdi bizim için. İzzetli olmak, gözü tok durmak kendisi için ne kadar önemliyse kontrol alanı içindeki herkes içinde önemli olmasını arzulardı. Bu tutumu sergileyen insanların mizaçlarının hırçın ve kontrol edilemez olması beklenir. Oysa su gibi duru ve sakin bir mizaca sahipti. Kolay kolay sinirlenmez, şefkati ve uzlaşmacı kişiliğini ses tonuna vuran bir özelliğiyle yansıtırdı. Yüksek sesle konuşmayı sevmeyen tavrıyla sakin ve kâmil bir şekilde ifade ederdi kendini.

Sinirleri yok sayılmış ya da asabiyeti olmayan bir kişi olduğunu söylemek belki ona söylenecek en ağır ifadelerden biri olurdu. Son derece sağlam bir şahsiyetle asabiyetini desteklerdi. Estet tavrı ve yaklaşımı onu gereksiz söylemlerden uzak tutardı. Örneğin küfretmez ve küfreden insanlardan uzak dururdu. Enteresandır onunla geçirdiğim ilk gençlik yıllarım dâhil olma üzere en ağır ifadesi “eşek sıpası” olmuştur. Bunu da söylerken müstehzi bir ifade takınırdı. Zaten bu kelimeyi kullanmışsa atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş kabul edilirdi.

Hatıralar, hatıralar ve hatıralar... Bir gerçeği, ilahi bir takdiri zihnimin ve yüreğimin derinliklerinden atamıyorum: sen hep çocuksun ve annen yok...