Sedat SADİOĞLU'nun 2 Eylül 2024 tarihli yazısı: Bazı Gerçekler
Gören Göz – 82/1: Sol-Duyulu Olmak
Bu başlığı okuyanlar, sağduyu ifadesini bildikleri halde, sol-duyulu olmak ifadesinde tereddüt yaşayabilirler. Çünkü bu, sosyoloji kitaplarında pek rastlanmayan bir ifadedir.
Oysa yüce Kitabımızda, kötü-çirkin-zararlı işler yapanların ahiretteki hesap defterleri, sol taraflarından yada arkalarından uzatılır. Yine bu kötü-çirkin-zararlı işleri yapan kulların cezalarını, hayatta iken sol omzumuzda yerleşik melek(ler) yazar. Tüm dünyada dinsiz, dini inancı zayıf ya da tereddütte olup da bunu dile getiren grupların “solcu” oldukları da bilinir. Özgürlük isteyen tüm gruplar ile pozitivist anlayışa sahip insanların da gruplaşmaları “sol” olarak bilinir ve sol el kaldırılarak yada yumruk yapılarak sloganlar atılır.
Gelin görün ki, sol-duyulu olup bencil olan, dünya odaklı yaşamayı tercih eden ve vurdum-duymaz insanların sayısı çok fazladır. Hemen hemen bütün toplumsal dengesizliklerde, (ister kabul edelim ister etmeyelim) toplumun nabzını tutanlar ise, (az sayıdaki) sağduyulu insanlardır. Aşağıda, konuyu özetleyen ve yaşanmış gerçek bir örnek aktarılmaktadır. (Bu örneği benimle paylaşan değerli büyüğüm ve eski iş arkadaşım Sn. Ahmet Deniz Badıllıoğlu’na ayrıca teşekkür ederim.)
“Kendim ve kocamın işi gereği ABD’de Teksas Eyaleti’nin Houston şehrinde yaşıyorum. Geçen hafta başımdan geçen ilginç ve gerçekten çok etkilendiğim olay, evime yakın bir postanede gerçekleşti. Yeni yıl hediyesi olarak internet aracılığıyla satın aldığım kol saati paketten camı çatlamış çıkınca, vakit kaybetmeden derhal iade formunu doldurup soluğu postanede aldım. Postaneye girdiğimde 20-25 kişi kuyrukta hizmet bekliyordu. Burada Noel (Yılbaşı) yaklaştığı için, marketlerde onlarca insanın arkasında sıraya dizilip, normalden çok daha uzun süre beklemek zorunda kalınıyor. Hizmet eden sayısı az olunca, bir de hizmet edenler işinden, canından bezmiş bir suratla ve isteksizliğin yansıdığı hızla iş görünce bekleme süresi sabırları zorlayacak düzeye tırmanıyor. Girdiğim kuyrukta arkama döndüğümde bir 30-35 kişinin daha geldiğini gördüm. “Neyse, en azından ortalardayım” diye sevinme payı çıkardım.
Tam 40 dakika sonra sıra bana geldi. Paketi görevliye uzattım, “Adresler üzerinde yazılı” dedim. “Paketi neden bantla kapatmadınız?” diye sordu. Girişteki “Paket içeriğini görmek isteyebiliriz. Lütfen paketlerinizi açık bulundurunuz” uyarısını gösterdim. Sesini yükselterek ve sinirle; “Kapıda ne yazdığını iyi biliyorum. Derhal paketinizi bantlayın!” dedi.
Sıradaki herkes artık bizi dinliyordu. Yanı başındaki bandı göstererek, “Rica etsem verebilir misiniz?” dedim. Yanıt yine aynı yüksek sesle geldi; “Hayır, o bant bana ait, müşteri kendi bandını kullanacak!” “Yanımda bant yok, sizin bant için para ödesem...” dediğim an görevli hanım sesini daha da yükseltti. 3 adım ötede, bir ayakkabı kutusu büyüklüğündeki, sadece paketleme servisleri için yapılmış 20 dolarlık bandı işaret ederek satın almamı istedi. “15 santimetrelik kutu için bana o bandı aldırmanız size mantıklı geliyor mu?” diye sordum. “Bandı al ve derhal sıranın sonuna geç!” diye bağırırken sinirden de kıpkırmızı kesilmişti. Aynı hışımla kuyruktaki bir sonraki kişiyi (“Sıradaki!” anlamına gelen “Next!” diye) çağırdı.
İşte o an dondum kaldım... Çünkü sırada hiç kimse ilerlemedi. Sıranın başındaki beyefendi, “Şu kutuyu derhal bantlayın ve hanımefendinin işini bitirin önce” dedi. Görevli öfkeyle bağırıyordu: “Başka biri…Sıradaki!” (“Anyone else...Next!”) 30 kişi yerinden kıpırdamıyordu. İkinci görevliye de gitmiyorlardı. Hizmet durmuştu. Sıradaki yaşlı bir bayan, “76 yaşındayım ve dizlerim ağrıyor, ama o bayanın paketini bantlayıp görevinizi yerine getirmediğiniz sürece buradan bir adım atmıyorum!” dedi.
Görevli elimden paketi sinirle çekip, kutuyu benim söylediğim postane bandıyla yapıştırdı. İşlem bitip, ödememi alana kadar karmaşık duygular içinde kalakalmıştım. Neredeyse ağlamak üzereydim. Sıraya dönüp, “Hepinize teşekkürler” (“Thank you all”) diyebildim sadece... Gülümseyerek el ettiler.
Dışarı çıkıp arabama oturunca kontağı çalıştırmadan bir süre park yerinde düşündüm. Herkesin işi-gücü varken, nasıl oldu da tek bir kişi “Acelem var!” diyerek sıranın önüne geçmedi? Nasıl oldu da onca kişi bir kişiye yapılan haksızlık için tepki gösterdi? Tam bunları düşünürken, benden hemen sonraki yaşlı beyefendi işini tamamlamış, dışarı çıkmıştı. Arabama yaklaştı, pencereyi açtım. Gülümseyerek kafamdan geçen soruları yanıtladı:
“Size yapılan bu yanlış için üzgünüm. Doğada hayvanlar, ağaçlar ve hatta mikroplar bile birbirleriyle uyum içerisinde hareket ederken, biz insanlar birbirimizden çok koptuk. Yanlış, anında tespit edilerek sineye çekilmeden, derhal toplu olarak tepki gösterilmez ise ‘normalleştirilir’. O hizmet eden bayan bir dahaki sefere yanlış yaparken iki kez düşünecek. Biz görevimizi yaptık. Hadi size iyi yıllar...”
Sağduyulu olmanın, geçerli olan inanç anlayışlarıyla doğrudan ilişkisi vardır. Ancak o zaman, Allah korkusu ve dolayısı ile “vicdan” devreye girer…
“Yüce Allah(c.c.), tüm insanları (özellikle Müslümanları), sağduyulu olarak değerlendirdiği kullarından eylesin…Amin!”
Gören Göz – 82/2: Dinsizin Hakkından İmansız Gelir!
Kısası-ı Enbiya tarihini bilenler, İslâm’a nifak sokmak isteyen din düşmanlarından İbni Sebe (Yemen Yahudi dönmesi) ve sonradan Alevilerle adı anılacak olan Hasan Sabbah’ı bilirler. Hasan Sabbah, İbni Sebe yolunu tutan bir sapık idi. Harama helâl derler ve çok cahil kişiyi yoldan çıkartırlardı. Sabbah’ın karargâhı Tahran civarındaki Alamut kalesi idi. Eşkıyalık yapıyor ve ehli-sünnetlere “Yezidi” diyerek onları öldürüyorlardı. Suikastlar için özel ajanlar yetiştiriyordu. Bu ajanlara esrar içirip, sahte cennetler oluşturup güzel kızları huri olarak vadediyordu. Sonra bu gözü dönmüş canileri, suikastlara gönderiyordu. Bunlara sonradan “İsmailliye” veya “Bâtıniye” denmiştir. Halk dilinde ise, “Haşhaşiler” olarak ün yapmışlardır. Hasan Sabbah, 35 sene zulüm etti ve 1124 yılında öldü. Yerine geçen torunu Ahund Hasan, hepsinden daha alçak çıktı. Müslümanları aldatmak için kendisine “Alevi” ismini takan da bu kişidir. Meydanlarda, “Beni Ali gönderdi. Ben bütün Müslümanların imamıyım. İslâmiyet’in aslı yoktur, iş kâlptedir. Kâlbi temiz olana günâh zarar vermez. Her şeyi helâl ettim, keyfinize bakın!” dedi. Bu hain, kayınbiraderi tarafından öldürüldü. Torunu olan Celâleddîn Hasan, bu sapık yolu bıraktı. Ehli-sünnet mezhebine girdiğini, zamanın halifesine bildirdi. Hasan Sabbah’ın yazdırdığı bütün kitapları toplatıp, yaktırdı. Yerine geçen oğlu Alâeddin Muhammed, İsmailliye Devleti’nin 7. Hükümdarı olarak, tekrar dedelerinin bozuk yolunu tuttu. Haramları tekrar helâl yaptığını ilân etti. Oğlu Ahund Rükneddin tarafından öldürüldü. Ünlü Şii âlimlerden Nasireddin-i Tusi hazretlerini hapisten çıkartıp vezir yaptı. Bu sırada, Moğollar (İlhanlı kolu) İran taraflarına gelmiş bulunuyorlardı.
İlhanlı hükümdarı Hülagü Han, belki de o zamana kadarki en büyük Moğol ordusunun başında sefere çıktı. Luristan Atabeyliği kolayca ele geçirildi. Haşhaşilerden alınması imkânsız Alamut Kalesini normal koşullarda ele geçiremeyince, orduda bulunan Hitaylı Mühendislerin katkısıyla kalenin altı, tüneller açılarak oyulmuş ve petrol ile doldurularak kalenin bulunduğu tepe, o zamana kadar görülmemiş gerçek bir bombaya dönüştürülmüştür. Bu sayede Moğolların normal koşullar altında ele geçirmeyi rüyalarında bile göremeyecekleri bu kale, tüneller ateşlenerek patlatılmak suretiyle imha edildi ve ele geçirdi. Bu, o tarihte kimsenin aklına getiremediği bir yöntemdi. O tarihe kadar da pek çok ordu bu kaleyi çok dik ve yalçın kayalar üzerinde kurulduğundan ve güçlü savunmasından dolayı ele geçirememişti. Ahund Rükneddin idam edildi ve tüm İsmailliye taraftarları ve halkı kılıçtan geçirildi. Bu yüzden tüm bu olayların seyrine bakılarak, Moğolların ve düşmanlarının yaptıkları için; “dinsizin hakkından imansız gelir!” sözü tecelli etmiştir denilebilir. Daha sonra Bağdat’a yönelen Moğol ordusu, Halifeye yapılan teslim ol çağrısına olumsuz cevap verilmesini, (Büyük Han’ın da emrine uygun olarak) istila bahanesi olarak kullandı. Bağdat, istila edilerek o zamana kadar görülmemiş kıyımlar ve yıkımlar yapıldı.
Kısa Not: Moğollar her ne kadar (inanış olarak) dinsiz olarak bilinmekteyseler de, daha sonra bir kısmı İslâm’a ısınmışlardır. Ayrıca aralarında Budist ve Şaman olanlar da bulunmaktaydı. Moğollar, sadece kendileriyle barışa yanaşmayan devletlere ve topluluklara karşı şiddet ve vahşet uygulamışlardır.
Kısa Bilgi: Kendilerine ‘Şii’ diyenler yirmi farklı fırkadır (mezheptir). İçlerinde 3 tanesi çok aşırıdır. Bunlar “Allah, Ali’nin içindedir. Ali’ye tapmak, Allah’a tapmaktır” diyor. Diğeri “Allah, Kur’an’ı Ali’ye gönderdi, Fakat Cebrail iltimas geçip Muhammed’e (s.a.v.) verdi” diyor. Sonuncusu da “Hz. Muhammed (s.a.v.), benden sonra Ali halifedir demişti. Ashabı Kiram bunu dinlemedi, dördüncü sırada halife yapıldı. Ali’nin hakkını aldığı için hem halifeler, hem de Ashap düşmanımızdır” dediler. Hatta bu son mezheptekiler “Ali hakkını savunmadı” diyerek, Hz. Ali’ye (r.a.) de kızmaktadırlar (bunlara Hariciler denmiştir). Diğer mezhepler ise, ehlisünnete uymadıkları için sapmış (bidat) mezhepler olarak kabul edilmektedirler.
Bugün özellikle İran’da, Suriye’de ve Irak’ta milyonlarca insan, yolunu şaşırmıştır. Bu imanı şaşmış ve cahil olan Müslümanlara (gizli olarak) “Hüsniyye” adında bir kitap okutulmaktadır. Güya, Harun Reşit zamanında, Hüsniye adında bir cariye, bazı kimselerle yaptığı konuşmaları yazmaktaymış. Bu kitapta, ayet ve hadislere farklı anlamlar yüklenerek, Müslümanların kafası karıştırılmaktadır. Bu kitaptaki kullanılan etkili yöntem, uydurma ve acıklı olan hikâyeler üzerinden sürdürülmektedir.(Sonradan yazılan bu kitabın, Mürteza adında bir Yahudi dönmesi tarafından yazıldığı anlaşılıştır.)
“Yüce Allah(c.c.), Müslüman olduğunu iddia eden, ancak tüm sapmış mezhep sahiplerine hidayet versin, (bir an önce) doğru yola gelmelerini nasip eylesin…Amin!”
(NOT: Seksenikinci bölümün sonu…)