Baha YILMAZ'ın 25 Ocak 2024 tarihli yazısı: Bela Bartok, Türk Halk Müziği ve Ben Yaptım Oldu Devrimi 1

29 Ekim 19223 yılında ilan edilen Cumhuriyetle birlikte yeni bir yönetim tarzı bu topraklara hâkim olmadı. Aynı zamanda pek çok alanda yapılacak olan yeniliklerin de habercisi oldu. Dış politikadan milli eğitime, medeni hukuktan müziğe pek çok alanda atılım yapacak ve mevcudu değiştirecek bir sürecin içine girildi. Belki de bu dönemin anahtar kelimesinin milli ya da millik olması çok doğal olsa gerek. 1930’lu yıllar cumhuriyet ve kurucuları için aynı zamanda kültür devrimlerinin en yoğun olarak gündeme geldiği dönemlerdir. Bu dönem içinde müzik faslı Mustafa Kemal Atatürk için çok önemli bir alanı teşkil etmekteydi. Özellikle bu dönemin fikri alt yapısında ciddi katkıları olan Ziya Gökalp, Atatürk için önemli bir şahsiyetti.

Ulusal müziği oluşturma konusunda önemli görüşleri bulunan kişilerin başında bilindiği gibi Ziya Gökalp gelmektedir. Gökalp, ulusal müziğe giden yolun halk müziğinin melodilerinin arasında olduğu görüşü müzikteki ilerlenecek yolun en önemli ip uçlarından biridir. Halk arasında kendi kendine doğan bu yerli müziğin mutlaka incelenmesi ve kayıt altına alınması gerekliğine olan ısrarı bu alanda çalışmaları başlatmıştı.  Zaten bu sürecin devamında yurt dışından çağrılan müzisyenler ile yeni bir müzik sahasının inşasına gayret edilmiştir. İşte tam da bu dönemde Macar bir besteci ve araştırmacı olan Bela Bartok, Ankara’ya davet edilmiştir. Bela Bartok’un müzik yaklaşımı ile yeni Cumhuriyet'in müziği taşımak istediği süreç birbirine bir hayli yakındır.

Bartok’u Türkiye Getiren Kültür Politikaları

Cumhuriyetin kuruluş yılı olan 1923 yılından itibaren bir ulus oluşturma fikri, dönemin etkin ideolojisi olan milliyetçilik esasına dayanmaktaydı. Fransız devriminin oluşturduğu bu ideoloji her dönem ve her koşulda varlığını sürdürmüştür. Nitekim Musiki İnkılâbı'nın gündemde olduğu 1930’lu yıllarda milliyetçilik prensibi, dünyada ve bizde yükselen bir değer hatta tüm süreci şekillendiren bir ideoloji olmuştur. 

Bu dönemde sanatta bilhassa da müzikte millilik esas alınmaya çalışılmış, bu bağlamda milli musikinin oluşturulmaya çalışılması için büyük uğraşlar verilmiştir. Ancak burada üzerinde durulması gereken asıl husus milliliğin dozajıdır. Toplumlar en fazla kültürel değişim çağında zorluk çekerler. Bu yüzden de o dönemin insanlarının biraz daha bedbin, biraz daha panik içinde oldukları söylenir. Mühim olan bu panik ve bedbinlik içinde dünya görüşlerinin, politikaların radikalleşmemesidir. Atatürk için de en önemli devrim müzikte yapılacak devrimdir.

Atatürk aynı günlerde kendisine özgü yöntemlerle çevresinde bulunan kişilerin tepkilerini de ölçmeye çalışmıştır. Çünkü onun nezdinde bu çok zor bir görevdir. Bu yüzden Atatürk, “en zor inkılâp” olarak nitelendirdiği Müzik İnkılâbı için mesai harcamış ve bunu her fırsatta dile getirmekten de asla kaçınmamıştır. Örneğin Atatürk bir gün ortaya “En güç devrim nedir?” şeklinde bir soru atmıştır. Herkese yönelttiği bu sorunun cevabını yine kendisi vermek zorunda kalmıştır; “Müzik Devrimi” olarak verdiği cevabına ilâveten de “çünkü müzik devrimi şahsa önce kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir aleme yönelmeyi gerektirir. Onun için çok zordur... çok zor ama, yapılacaktır” demiştir.

Dönemin şartları yani 1930 yıllar dikkate alındığında, peşi sıra kültür sahamıza damga vurulacak pek çok atılım gerçekleştirilmiştir. Türk Dil Kurumu’nun ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulması, yeni bir konservatuarın Ankara’da açılması, ilk müzik kongresinin gerçekleştirilmesi hep bu dönemin hâkim anlayışının yansımalarıdır. Özellikle Ziya Gökalp’in de etkisiyle halk müziğine olan ilgi de gözle görülür bir şekilde artmıştır. Çünkü yeni bir milli müziğin anahtarı halk müziğinin el değmemiş sahasında gizlidir. İşte tam da bu dönemde Bela Bartok Ankara Halkevi yönetimi tarafından Ankara’ya davet edilmiştir.

Bartok ve Halk Müziği

Cumhuriyet'in ilk yıllarında halk eğitiminde müzik önemli bir yere sahiptir. Cumhuriyet'in çizdiği doğrultuda, ulusal birliğin sağlanması ve çağdaş uygarlık yolunda ilerlenmesi için gerekli kurumsal yapılar oluşturulmakta, bu yapıların işleyişi için yurtdışından uzmanlar getirilmektedir. Macaristan ulusal müzik anlayışında önemli bir yeri olan Bela Bartok, 1936 yılında, dönemin en önemli kültür kurumu olan Halkevleri tarafından Türkiye’ye davet edilir. Bartok, daveti kabul ederek Türkiye’ye gelmiştir. İlk olarak İstanbul’da derlenmiş türküleri inceler, bu incelemenin ardından Ankara’ya geçerek “Musiki folkloru ve buna bağlı konular” üzerine üç ayrı konferans verir. Bartok bu konferanslardan ilkinde Macaristan’da yapmış olduğu çalışmalar ve bu çalışmaların Macar halk müziği malzemesine yönelik başlıca yararlarına değinir. İkinci konferansı, Macar ulusal halk müziğinin klasik batı müziği üstünde oynadığı etki üzerinedir. Son konferans, halk müziğinin hedefi ve nasıl toplanması gerektiği hakkındadır.

Bartok’un son başlıkta verdiği konferans ilerleyen dönemlerde Türk Halk Müziği için hayati bir öneme sahip olacaktır. Çünkü bu süreç içerisinde Bartok sadece saha çalışmaları içerisinde Türk halk ezgilerini kayda geçmemiş, bu kayıtların nasıl yapılacağını yanında onunla sahaya çıkan müzisyenlere de öğretmiştir. Son tahlilde bu yöntem bilgisi bugün Türk Halk Müziği'nde 10.000'in üzerinde ezginin derlenmesine vesile olmuştur. Burada belirtmek gerekir ki, bu derleme çalışmaları sadece yeni Cumhuriyet'in ilk yıllarında gerçekleşmemiştir.

Enteresan olan şudur, internette yapacağınız kısa bir araştırma size sanki Bartok ile başlamış bir derleme çabası olduğu yönündedir. Oysa 1914 yılında kurulan Dârülelhan tarafından derleme ve kayıt çalışmaları yapılmıştır. Hatta denilebilir ki, Dârülelhan’ın zengin arşivini Halk müziği alanındaki çalışmalar oluşturmaktadır. Yapılan 65 adet 25 santimetrelik ve 2 adet 30 santimetrelik plaklarda çeşitli türküler bulunmaktadır. Ayrıca Rauf Yektâ Bey başkanlığında Yusuf Ziya Demirci, Besim Tektaş ve Dürrü Turan’dan oluşan derleme heyetinin yaptığı inceleme gezilerinde notaya alınan eserlerin bir kısmı Anadolu Halk Şarkıları adı altında yedi fasikül halinde yayımlanmıştır (1926-1928). Bu neşriyat daha sonra da devam etmiştir. Zaten Bartok Türkiye’ye geldiğinde ilkin İstanbul’a gelmiş ve yapılan bu çalışmaları da incelemiştir. Hatta yapılan bu kayıtları mükemmel olarak değerlendirdiği bilinmektedir.

Tartıştığımız konunun çetrefilliiği ve tek bir makalede anlatma güçlüğü nedeniyle daha sonra devam etmek kaydıyla, metnimize burada bir ara verelim.