Sedat SADİOĞLU'nun 16 Haziran 2023 tarihli yazısı: İyilik Peşinde Koşmak!

Gören Göz – 20/1: İyiliği  Yüzüne  Bağışlamak

Halk arasında, çok az bilinen bir hikâyeden bahsetmek istiyorum;

Günün birinde bir fakir sıkıntıya düşer ve arkadaşına derdini açar. Arkadaşı da ona, “Filancanın bol malı-mülkü var. Senin ihtiyacından haberi olursa, onu karşılama konusunda beklemeyi reva görmez!” der. Fakir bu öneriyi kabul eder ancak der ki, “İyi de ben o şahsı tanımıyorum!” “Olsun, darda olduğunu bilirse belki yardımcı olur!” der. Bunun üzerine, arkadaşıyla beraber yola düşerler ve şahsın evine giderler. Fakir, orada sarkık dudaklı, çatık kaşlı ve öfkeli haliyle oturan birini görünce, birşey söylemeden vazgeçip, geri döner. Arkadaşı yolda ona, “Ne yaptın, niye vazgeçtin?” diye sorunca, Fakir;

“İyiliğini yüzüne bağışladım!” der. 

Güzel ve hoşgörülü dinimizde, “güler yüzün bile sadaka sayıldığını” düşünürsek, buradan bir sonuca ulaşmamız mümkündür. Güler yüzün sonucunda, bir iyilik yada bir sıkıntı çözülmüyor olabilir. Güler yüzün, “pozitif olmak” anlamına gelen ve iki taraflı bir yararı olabileceğini de düşünmeliyiz. Buradaki pozitiflik, “manevi yönden bir iç-huzur” olabileceği gibi, “ortamı yumuşatma” veya “moralleri yükseltme” olarak da görülebilir.

Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları  (zor da olsa) her koşulda “güler yüzlü”, davranışlarında ve konuşmalarında “pozitif”  olan kullarından eylesin…Amin ! 

Gören Göz – 20/2:  Allah’ı  Hatırlamayı  Unutmak ( !)

Haşa! Buradaki anlamı itibariyle, bir Müslüman’ın Allah’ı unutması diye bir anlayış asla sözkonusu olamaz! Başlıkta, “Dünya nimetlerine ve zevklerine düşmek ve Allah’ı anmayı ihmâl etmek!” anlamı vardır.

Aşağıda, bunu açıklayan kısa ve anlamlı bir hikâye vardır;

Dünya yaşantısına çok düşkün padişahın biri, daha önceden tanıdığı ancak itibar etmediği bir sufiyi (dervişi) görünce şöyle demiş;

“Hiç beni hatırlamıyor musun?”

Sufi, sanki bu anı bekliyormuş gibi, (hemen) şu yanıtı vermiş;

“Evet, (dünya derdine düşüp de) Allah’ı unuttuğum zamanlar…!”

Aşağıda, konuyla ilgili iki Ayet verilmiştir:

“Beni anın (-ki), Ben de sizi anayım!” (Bakara, 152.Ayet)

“Allah’ı çokça zikredin ki, felâha (kurtuluşa) eresiniz!” (Enfal, 45.Ayet)

İşte anlamlı bir Hadis: “Allahü Teâlâ sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza itibar etmez. Ancak sizin kalbinize ve amellerinize itibar eder!” (Sahih-i Müslim, r.a.)

Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları mütevazı yaşantı süren, aşırıya gitmeyen, Allah’ı her zaman hatırlayan ve  şükreden kullarından eylesin…Amin !

Gören Göz – 20/3: Fırsatı  Ganimet  Bilmek (Saymak)

Bu deyim iyi bilinmekle beraber, pek kullanmayı sevmediğimiz anlamları çağrıştırmaktadır. Bunların başında da “hak yemek” gelmektedir. Hak yemek, sevilmeyen bir davranış olsa da, maalesef yaşantımızda zaman zaman karşımıza çıkmaktadır. Hak yemek, eğer ‘fırsatı ganimete çevirmek’ anlamında kullanılıyorsa, o zaman şu (yaygın) alanları kapsar ki, Müslüman’ın (şiddetle) uzak kalması gereken alanlardır;

-  Kul hakkı yemek  

-  Yetim hakkı yemek

-  Milletin hakkını yemek

-  Devlet malı yemek

-  İnsanlara ve özellikle komşularına eziyet etmek

-  İnsanlara zorluk çıkartmak

-  Güçsüz insanlara zarar vermek

-  Çıkar için yalancı şahitlik yapmak

-  Çıkarı için haksızlıklara göz yummak

-  Yanlı yönetim sergilemek

Unutmayalım ki, yukarıdaki bütün sayılan haksızlıklar, doğrudan “cehenneme” uğrama ve “azaplara” çarpılmayla cezalandırılacaktır. Bu cezalandırmadan kurtuluş, kaçış yoktur ve karşılığı da şiddetli olacaktır.

Fırsatçılığın hiçbir şeklinin hoş görülmediği bir anlayışta yada yaşantıda, sadece ve sadece bir tek fırsat hoş karşılanabilir, o da “ zaman ”dır. Zamanı ganimet saymalıyız.

Yüce Allah (c.c.), Müslümanları zamanın kıymetini iyi bilen ve zamanını faydalı işlerde harcayan kullarından eylesin…Amin ! 

Gören Göz – 20/4: Tevfik  Allah’tandır

Tevfik veya Muvaffakiyet, “bir şeyin başka bir şeye uygun olması” anlamına gelen “vefk” kökünden türemedir. Nitekim aynı kökten “muvafık” ve “muvafakat” kelimelerinde “uygunluk” anlamı daha belirgindir. Şu halde Allah’tan muvaffakiyet veya tevfik dilemek, “kendimiz için uygun olanı istemektir” Ancak, uygun olanı biz bilemeyiz; sadece yüce Allah bilir. Çünkü bizim “hayır” bildiklerimizde “şer”, “şer” bildiklerimiz de “hayır” olabilir. Talep ettiğimiz şeyin ağırlığı ile takatimiz (gücümüz) arasındaki uygunsuzluğu göremeyebiliriz. Hâlihazırın sınırlılığı, bizi çoğu zaman yanıltır. Hâlbuki geleceği de bilen ve bütünü gören yalnızca Allah-u Teâlâ’dır. 

Bu sebepledir ki kendimiz için uygun olanı, hayırlı olanı Allah’a havale etmeliyiz. Bu, hem bir duadır, hem de Allah’a itimadın ve imanın (bir) gereğidir. “İlla benim tasarladığım olmalı, benim için uygun olan budur! Benim yaptığım doğrudur!” ısrarı gereksizdir. Bize bu cüreti gösterecek iradeyi bahşedene, bizi Yaratana, rahmetiyle kuşatana güvenmemenin ifadesi olmakla da büyük bir cehalet sayılır.

Biz Müslümanlar (din uğrundaki mücadeleler hariç), “Zaferle değil, seferle mükellefiz!”

Böyle bir cahillikte direnenler kendilerini yorduklarıyla kalır ve hiçbir kazanç elde edemezler. Çünkü bizim inancımızda muvaffakiyet de, nusret de, zafer ve fetih de Allah’tandır. Çalışır, gayret eder, elimizden geleni yapar, sebeplere sarılırız ancak neticeyi Rabbimizden bekleriz. Her şeye rağmen istediğimize ulaşamamışsak, “nasibimizde yokmuş” der, “hayırlısı böyleymiş” veya “hak ettiğimiz buymuş” der, takdire (bir şekilde, bizim dışımızda geliştiği için büyük kadere) teslim oluruz.

Bu tavır, “takdiri rıza”yı kavraması mümkün olmayan yanlış anlayışın (kadere imanın) iddia ettiği ve benimsettiği gibi bir tembellik, boş vermişlik veya amaçsızlık asla değildir. Tam tersine, çabayı neticenin önüne çıkartan, çalışmaya teşvik eden bir yaklaşımdır. Çünkü Müslüman (sonuç olarak);

“(Doğrudan) Netice almakla değil, gayret etmekle (göstermekle) mükelleftir…! ”

“Hergün insanın karşılaştığı herşey, Allahü Teâlâ’nın dilemesi ve yaratmasıyla var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi O’nun iradesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk ancak böyle olur. Böyle olmamak; kulluğu reddetmek ve (haşa!) Allah’a karşı gelmek olur.”  [İmam-ı  Rabbânî, (r.a)]

İmam-ı Ahmed Rabbâni kimdir? 1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbâni ismiyle tanınmıştır. Rabbâni âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i elf-i sani, ahkam-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, Faruki nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendi denilmiştir. Mektubat, en önemli eseridir.

Bir ayet ile konuyu bağlamak isterim; (Hud Suresi, 88.Ayet)

“………..Muvaffakiyetim de ancak Allah'ın yardımı ile olacaktır. Ben yalnızca O'na dayandım ve ancak O'na döneceğim."

Kısa Bilgi: Bu yüzyılın başında literatüre girmiş olan muvafakat kelimesi, birbirine uygun olan şeyleri tanımlamak için kullanılır. Kelime aynı zamanda, yapılan bir teklifi uygun bulma ya da bir duruma razı gelme anlamına gelir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren muvafakat kelimesi, uzlaşma manasında kullanılmaya başlanmıştır.

Yüce Allah (c.c.), Müslümanları tevfik üzere (kendimiz için uygun olanı isteyen) olan kullarından eylesin…Amin !