Mustafa YILDIZ'ın 4 Mayıs 2023 tarihli yazısı: Yeni Bir Başlangıç Yaparken
Uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle beraberiz. Bu süre zarfında başkalarını okuma, kimilerini dinleme ve tahlil etme imkânımız da oldu. Sadece kendi görüşlerini yazmak, düşüncelerini başkalarıyla paylaşmak elbette güzel bir şeydir. Ancak bazan sadece kendi görüşlerini öne çıkartmak, yalnız kendini dinlemek, adeta tek taraflı düşünmek, “Galiba doğruları sadece ben dile getiriyorum” zannına kapılma hissi… Elbette yazan her insan için bu duygu, bir eksiklik sayılır. Ancak şu da bir gerçek ki bir insanın her şeyi biliyor olmak gibi bir mecburiyeti olmadığı gibi, takdir edersiniz ki kapasitesi sınırlı olan insanoğlunun böyle bir imkânı da yoktur.
Hâlbuki insan, başkalarını da okuyup dinleyince, meğer insanlar neler de düşünüyormuş, insanlar nelerle meşgul oluyorlarmış, dünyada her şey sadece senin düşündüğün şekilde cereyan etmiyor, başkalarının da gördüğü doğruları var, herkesin baktığı pencerenin görüş alanı farklı olduğundan pek tabii ki görüşler farklı olabiliyor, daha doğrusu herkesin sınırlı bir görüş alanı olduğu için her insan olayları baktığı ve gördüğü kadarıyla görebiliyor ve gördüğü kadarıyla düşünebiliyor, gördüğü kadarıyla da yorumlayabiliyor. Ayrıca insan düşüncesini besleyen kaynaklar da farklı olunca her insana göre doğru ve yanlış kavramları da değişebiliyor. İnsanların doğal olarak müşterek bir görüş etrafında buluşmaları da pek tabii ki zorlaşıyor.
Toplum içinde farklı düşünceler karşısında insanların takındığı tavırlar ve başvurdukları çözüm yolları genellikle münakaşa, münazara, cedel, tenkit ve tartışma şeklinde ortaya çıkıyor. Elbette iyi niyetlerle yapılan tartışma ve münakaşada maksat doğru olanı bulma ve hakikat olanı ortaya çıkartma amacına yönelikse, bu usul doğru ve dozunda sürdürüldüğü müddetçe faydadan beri değildir. Ancak tartışmada zaman zaman dozu kaçırıp da işi kendi görüşünü dayatmaya, üstün gelmek için münakaşa etme şekline dönüşürse şayet işte o zaman yapılan iş, egoları yarıştırma ve egoları tatmin etme yarışına dönüşür ki bu da insana da insanlığa da faydadan çok zarar vermeye başlar.
Bu türden tartışmalar özellikle Müslümanlar arasında çok daha yaygındır. Bu, devletler bazında da öyledir. Zira Müslüman olmayan ülkeler arasında genelde sadece çıkar ve menfaatler çatışması söz konusu olunca ortaya çıkar. Çıkar ve menfaatler bölüşümünde anlaşma ve ortak bir bölüşme sağlandığında aralarındaki sorunlar büyük oranda çözülmüş olur. Hâlbuki halkı Müslüman olan devletlerin birçok müşterek ve ortak noktaları olmasına rağmen aralarındaki sürtüşmeler genellikle dini farklı yorumlamak şeklinde ortaya çıkar. Uzun süre Müslüman ülkeleri bir arada tutmayı beceren Osmanlı, I. Dünya Savaşı sonrasında savaşı mağlup olarak tamamlayınca bir daha ayağa kalkma ihtimali olmasın diye irili ufaklı altmışa yakın ülkeye bölünerek adeta paramparça edilerek dünya sahnesine çıkartıldı.
Oysa, Müslüman ülkelerin bir araya gelmeleri için sebep olarak müşterek bir çok ortak nokta ve ortak değerleri bulunmasına rağmen hatta ümmet olma bilincini bir nevi görevleri olarak bilmelerine rağmen kendi aralarındaki bölgesel yorumlarla ulusal bilinçlerine uygun olacak şekilde yorumlar yapılarak adeta tarihi her devlet kendisiyle başlattı. Hatta, İslâm dinini bile Türk İslam’ı, Kürt İslam’ı, Arap İslam’ı, Fars İslam’ı, Mağrip İslam’ı, Şark İslam’ı gibi bölgesel ve etnik yorumlarla yorumlanan yaklaşımlar öne çıkartılarak Müslümanların düşünsel birikimleri bile bu yaklaşımlara göre kategorize edildi. Mesela Türkler için Hanefi-Maturidi, Kürtler için Şafii-Eşari, Araplar için Hanbeli-Selefi, Farslar için Şii-Mütezili gelenek öne çıkartılarak bunların birbirleri ile irtibatları bilinçli olarak zayıflatıldı. Kendilerince bölünmenin zeminini dinen meşru hâle getirmenin zemini de sağlamış oldular.
İslam, hak-batıl (doğru-yanlış) mücadelesi eksenli tarihi bir perspektife oturma yerine milli tarih yorumlarına evrildi. Mesela İran’ın her geçen gün Sahevi Şiiliği’ne doğru yaklaşması, Mısır’ın Kıpti-Arap geçmişine sürekli atıflarda bulunması, Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapmasından ötürü kendini merkezde görmesi ve Vehhabilik’i sürekli ihraç etme gayretleri gibi faaliyetleri ümmet olma bilincinin sürekli yara almasını teşvik etti. Türkiye özelinde ise son yıllarda bilinçli olarak kullanılan “yerlilik ve millilik” kavramlarının ortaya çıkmasını da bu bağlamda ayrışmaya yardımcı olmaya hizmet edilmiş olarak değerlendirmek gerekir.
Bu durumlar ve benzeri yaklaşımlar, ümmetin evlatları olarak anılan Osmanlı askerleri yükselme dönemlerinde “Evlad-ı Fatihan” olarak anılırken, maalesef gerileme ve çöküş dönemine girildiğinde ise aynı askerler “Evlad-ı Perişan” olarak anılmaya başlandılar.