Mustafa YILDIZ'ın 9 Ağustos 2023 tarihli yazısı: Konuşulmamış ama Sonradan Pahalıya Mal Olmuş Hatalar

Tarih boyunca ülkelerin yazılı bir metinleri olmadığı dönemlerde yöneticiler; bazen bağlı oldukları idarecilerin bilgi ve birikimlerini yeterli görüp mevcut şartları göz ününe alarak, bazen şayet varsa yazılı olan metinlerine bağlı kalarak bazen mevcut realiteyi göz önüne alarak ve bazen de ülkenin ve idare ettikleri ahalinin taleplerini göz önünde bulundurarak, güçlerini hesaba katıp ülke yönetmeyi denemişlerdir. Uzun süre insanlık geleneği böyle devam edegelmiştir.

Hâlbuki Allah, insanları tedrici olarak eğite eğite ve deneme yanılma yoluyla da alıştıra alıştıra belli bir seviyeye getirdi. Gönderdiği son elçisi ile de son noktayı koydu. Allah, “Kâfirler dininize karşı ümitlerini yitirmişlerdir. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslamiyet’i seçtim” (Maide Suresi: 3. ayet) diyerek son noktayı koymuş oldu. Peygamber (SAV) vefat edince sahabe, sağlığında sormadıkları daha doğrusu sormayı düşünemedikleri belki de kendileri sorumluluk taşımadıkları için, içlerinden bazıları da “peygamber nasıl olsa ölmez” diye inandıkları için “Nasıl olsa peygamber (SAV) sağ, zaten her sorumuza o bir çözüm de bulur çaresini de bulur” diyerek sorunların çözümünü sürekli ötelemiş ve ertelemişlerdi. Böyle inananların başında da Hz. Ömer geliyordu.

Bu tutum ve davranış biçimi, peygamberin ölümü ile kısa süreliğine de olsa yeniden nüksetmeye başladı. Mesela; Kur’an zekâtı 8 (sekiz) sınıf insana vermeyi önerirken sanki zekât sadece devlete verilirmiş gibi ilk halife Hz. Ebubekir “Peygamber nasıl zekâtı devlet için toplamışsa ben de devlet için toplarım” diyerek halktan zekâtı devlet için toplamayı şart koymuş, zekâtını vermeyenlere de savaş açmıştır. Ancak bu da yetmemiş olacak ki üst kimlik olarak “Müslüman olmanın” öne çıkartılması yeterli iken cahiliye dönemi âdeti olan “Kureyşli olmak” ön plana çıkartılmıştır. Yani yeniden kabile ve ırkçılık canlandırılmıştır. Mesela Mekke’nin fethinde Medine’den gelen İslâm ordularını gören Ebu Süfyan, peygamberin amcası Hz. Abbas’a dönüp “Kardeşinin oğlu mülkünü çok büyüttü” diyerek elçiliği hâlâ “kral olmak” şeklinde anladığını göstermiştir.

Hâlbuki Kur’an’da amaç, insandır. Çünkü evrende sözü geçen, buyruğu devam eden, insandır. Bu uygulamaları Mekkeli bazı ileri gelen ekâbir zevat, peygamberliği hâlâ Allah tarafından verilen bir görev değil de iktidar peşinde koşulan mevki-makam sahibi olma, güç kazanma şeklinde anlamışlardır. Peygamberin sağlığında bile yanında görev yapanlar, olanları tam kavrayamadıkları için, olan biteni bir iktidar kavgası şeklinde gördükleri ve olayları böyle yorumladıkları için peygamberin ölümünden sonra yapılması düşünülen seçimde başkan Mekkeli, yardımcısı ise Medineli olsun diyerek sulh yoluna gittiler. Hz. Ebubekir bile iktidarı kimseye kaptırmamak adına kendi seçtiği ayetleri kendince yorumlayarak Mekkelileri ilk Müslüman oldukları için başkanlığa yani halifeliğe daha liyakatli ve öncelikli ilk hak sahibi olanlar olarak görüp böyle yorumlamıştır. Medinelileri de sonradan Müslüman oldukları için ikinci derecede hak sahibi görerek kısa süreliğine de olsa sulh yolunu seçmişlerdir.

Oysa gerçekte ırkçılık, damarlarındaki kanda dolaşmaya devam ediyordu. Mesela Medine’ye mutat olarak hacca gelen bir valisine Hz. Ömer, “Yerine kimi bıraktın?” diye sorarken valinin tayin ettiği ismi beğenmediğini anlatmak için valiyi sitemli bir şekilde azarlamıştır. Vali, “Ama o âlim bir kişidir” deyince Hz. Ömer ses çıkartmamıştır. Hâlbuki Mekke’nin fethinde İslam’ı kabul eden, peygamberi defalarca öldürmeye teşebbüs etmiş Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, Mekkeli ve Kureyşli olduğu için Hz. Ebubekir tarafından vali olarak tayin edilebilmiştir.

Belki o dönemde önemsiz gibi görülen bu davranışlar, maalesef Müslümanların bu tür yorum farkları nedeniyle günümüzde bile hâlen birlik olamamalarının gerekçeleri olarak görülüp bir araya gelememelerine sebep olmaktadır.