Sedat SADİOĞLU'nun 7 Mart 2024 tarihli yazısı: Bilinmesi Gerekli Bilgiler
Gören Göz – 58/1: Büyük Bir Âlim; Mevlâna Eşref
Tüm kaynaklarda, Mevlâna Eşref Ali Tehanevi (k.s.) “Büyük Rabbani Âlimi” olarak kabul edilir. Bu onun, her konuda Kur’an ve hadisleri açıklayabilmesinden dolayıdır.
Milâdi 1863 yılında, Hindistan’ın Tehane Bhavan kasabasında doğdu. Nesebi (soy) olarak baba tarafından Hz. Ömer’e, anne tarafından Hz. Ali’ye dayanır. Ailesinde öteden beri mevcut bulunan geleneğe uygun olarak önce Kur’an’ı Kerim’i ezberledi. Kur’an hıfzından sonra Mevlâna, Fetih Muhammed’den Arapçanın sağlam temellerine (inceliklerine) sahip oldu. Daha sonra dayısından Farsça öğrendi. Öğrendiği bu Farsça ile 18 yaşında ‘Mesnevi-i Zer-u Bem’ gibi çok değerli bir eser yazabilmiştir.
Milâdi 1878’de ülkenin en etkin medresesi olan Diyobend’deki Dar’ul Ulûm’da ilim tahsiline başladı. İslâmi ilimleri tahsil ettikten sonra Hindistan’ın önde gelen âlimlerinden olan Reşid Ahmed Gangûhi’ten(r.a.) icazet aldı. Buradaki diğer hocaları Şeyh’ul-Hind Mevlâna Mahmud Hasan, Seyyid Ahmed Dehlevi, Muhammed Yakub Nanotvi gibi büyük âlimlerdi. Daha sonra Kanpur şehrinde Feyzul’âm medresesinde müderrisliğe başladı. Derin ilmi ve tesirli hitabeti ile kısa sürede tüm medrese ve şehir halkı arasında itibar kazandı. Medrese idarecileri, onun etkili hitabetini bağış toplamak için kullanmayı düşündüler. O ise bu teklifi hamiyyet-i diniyye’ye ters buldu ve hitabetini böyle bir amaçla kullanamayacağını belirterek reddetti ve ülkesinden ayrıldı. Milâdi 1897’de mürşidinin isteği üzerine memleketine geri döndü. Orada çeşitli ilmi çalışmalarının yanı sıra irşat (doğru yolu gösterme ve uyarma) çalışmalarında bulundu. Tasavvufu, ifrat ya da tefrit noktasına getirenlere karşı, tasavvufun aslî yapısını, Kur’an ve sünnetten deliller getirerek açıkladı. Zamanla buradan zâhiri ve bâtınî yönden istifade etmek için gelen halk o kadar çoğaldı ki, devlet bu ufak kasabaya bir tren istasyonu açmak zorunda kaldı.
Bütün ilim dallarında, Arapça, Farsça ve Urduca olarak yazdığı makale ve kitapların sayısı 1000’e yakındır. Beyan’ül-Kur’an (Tefsir), İmdad-ül-Fetava (Fetvalar), Beheşti Ziver (Fıkıh), Mesail-üs-Sülûk Min Kelâmı Melik’ül Mülûk (Tasavvuf) ünlü eserlerindendir. Ülkemizde 1971 yılında basılan “Hayatü’l-Müslimin” adlı kitap ise en bilinen eseridir. 80 yaşında (1943’te) vefat etmiştir.
Kısa Bilgi: Bu değerli âlim ve diğer değerli âlimlerin, Hindistan tarihindeki İslâmi hareketlerde rolleri çok önemlidir. Bugün dünya üzerinde, bir Müslüman devlet dışındaki en kalabalık Müslüman sayısı Hindistan’dadır. Allah (c.c.), Hindistan’daki âlimlerden razı olsun!
Mevlâna Eşref Ali Tehanevi (k.s.) hazretleri, vaaza başlamadan önce de şöyle dua ederdi:
“Allah’ım! Beni burada hazır bulunanların ihtiyaç duydukları ve durumlarını düzeltecek şeyleri açıklamakta başarılı kıl! (beni mahcup etme!)”
Bu güzel duaya ancak “Amin!” denilir. “Yüce Allah’ım, Sen her şeye kadirsin…Amin!”
Gören Göz – 58/2: İslâm’da İnkılâp (Devrim)
Mevcut dünyada, her nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, Müslümanların sahibi yok gibidir. Bu tespiti dile getiren âlimlerin sayısı hiç de az değildir. Aslında bu, dikkat çekilmesi için (haklı bir) tepkidir. Bundan dolayıdır ki, sürdürülen yaşam hem Müslümanın (ısrarla modern olma uğruna) kendisi için ve hem de eski İslâmi örf ve geleneklerine (körü-körüne) bağlılıklarından dolayıdır, denilebilir.
Müslümanların hem geleneksel hem de evrensel değerlere sahip çıkarak ortak platformlar oluşturması gerekir. İslâm İşbirliği Teşkilatı ve (geç de kurulmuş olsa) bağlantılı İslâm Kalkınma Bankası bunlardandır. Diğer bir işbirliği de, kısa adı “ISESCO” olan ‘İslâmi Eğitim, Bilim ve Kültürel Organizasyonu’dur. ISESCO’nun merkezi Fas’ın Rabat şehrindedir. Bu kuruluş sayesinde (ve bilimsel olarak), astrolojik takvim hesapları çok net hesaplanabilmektedir. Buna rağmen, dini bayram ve oruç gibi ibadetlerin ne zaman başlayacağına ve biteceğine dair tartışmalı kararlar da alabilmektedir. Bu tartışmalı ve yanlış kararların alınmasında, geleneksel ölçümlerle (yani çıplak gözle) sonuca gitmekte ısrar eden, bazı Arap ülkeleri neden olmaktadır.
Kısa bilgi:
İslâm İşbirliği Teşkilatı: Eylül 1969 tarihinde Fas’ın başkenti Rabat’ta oluşturulmuştur. İslâm ülkelerini çatısı altında toplamak üzere kurulan 57 üyeye sahip, Avrupa Konseyi veya Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukuki tüzel kimliğe sahip bir teşkilattır.
İslâm Kalkınma Bankası: 7 Aralık 1973’te, tamamı İslâm Konferansı Örgütü’ne üye 7 ülke tarafından, geri kalmış İslâm ülkelerini kalkındırmak amacıyla kurulmuştur. Merkezi, Suudi Arabistan’da Cidde şehrindedir. İslâm Konferansı Teşkilatı üyesi ülkeler arasında ticaretin arttırılması bankanın stratejik amaçları arasında olup bunun için finansman imkânları sağlamaktadır.
Modernleşme, bir yandan gelişmeyi sağlarken, bir yandan da sadece İslâmiyet için değil gerçek Hristiyanlık içinde de, bazı dini değerleri yıkan sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Modernleşme; maddileşme ve sekülerizm (laikleşme), 20.yüzyılda insanlığın doğal değerlerine ve kutsallığına zarar vermiştir.
Atasoy Müftüoğlu, “Göklerin ve Yerin Dili” adlı eserinin bir bölümünde, “modern dünya sistemi, tek ve mutlak değer olarak bilimi yüceltmektedir” tespitinde bulunuyor. Yazar tespitine devam ederek, “lâik ideolojiler, toplumları aynen makineler gibi programlamaya çalışır. Bu yüzden, çağdaş ideolojik akımlar, insanı, insanlıktan çıkartmış olmaktadır” demektedir. Bu tespitlerine katılmamak mümkün değildir. Yazar (tespitlerine) daha sonra şöyle devam ediyor; “Müslümanlar yaşadıkları toplum içerisinde ya pasif ya da tarafsız olmak zorunda bırakılmışlardır. Bu yüzden Müslümanlar (bu halleriyle), her ülkede baskı altındadırlar.”
Bugün İran, “ben hem İslâm’ım, hem modernim, hem gelenekselim ve hem de güçlüyüm” diyebilen iddialı bir ülkedir. Ayrıca, İran, Hristiyan Batı devletlerinin ve özellikle de İsrail’in korkulu rüyası olmuştur. Bu korkunun başında ise, ‘nükleer çalışmaları, gelişen sanayisi, doğalgazı ve petrol gücü’ yer almaktadır.
Türkler olarak, nitelikli insan ile beyin gücümüzü ve potansiyellerimizi düşünecek olursak, her türlü teknolojik işbirliği ile çağı yakalama ve aşma gücüne sahibiz. Yüce Allah’ın Osmanlı’ya verdiği güç gibi, bir çeşit ortak birlikler ya da adı ne olursa olsun (Asya Birliği gibi) ortaklıklar kurabilecek potansiyelimizi (yani Mega projelerimizi) ortaya koymalıyız. Bugün yerli oto, mega köprüler, yarın dünyaya satmak için elektrikli oto, yine dünyaya satmak için nano-teknolojik ürünler üreterek, hem güçlenmeli hem de İslâm adına örnek teşkil etmeliyiz. Bunun hiç zor olmadığını da görebilmekteyiz. Çünkü ülkemizin zengin yer altı kaynakları (petrol, doğalgaz hariç) vardır. Eksiklerimizi (dışa bağımlılığı azaltmak için) uranyum (nükleer) başta olmak üzere, bor, kömür, jeotermal, güneş, rüzgâr ve belki de kaya gazı kaynaklarının harekete geçirilmesi ile kapatabiliriz. Bunlar bizi, dışa bağımlılıktan kurtaracaktır. Fransız Renault firmasının sahibinin dediği, “yerli araba yapabilirsiniz ancak aradaki 100 yıllık deneyim farkını nasıl kapatacaksınız?” sorusunun da anlamsız kalacağı aşikârdır. Çünkü bugünkü Batı’nın gelişmesinde, bilgi birikimi, deneme-yanılma, taklit, belki de pek çok İslâm âliminin kitaplarının tercümesi ya da Kur’ani bilginin kavranması etkili olmuştur. Kısacası, dünyadaki tüm gelişmeler insanların ortak ürünüdür. Tek başına hiçbir ülke ya da kıt’a, insanlığın gelişmesini tek başına üstlenmemiştir. Yüce Allah (c.c.), akıl denen müthiş değeri bizlere bahşederken, zaten hücrelerimize yeteri kadar ve hatta fazlasıyla bilgi veya bilme (akıl yürütme) yeteneğini yüklemiştir. Bu yetenek sadece Batı ülkelerinin insanlarına verilmemiştir.
Örneğin Güney Kore, 40 yıl içerisinde kalkınarak aradaki gelişmişlik farkını kapatmıştır. Bugünkü Güney Kore teknolojisinin kaynağı Japonya denebilir ancak sıfır birikimden ve sıfır teknik kapasiteden inovasyon odaklı bir sanayi üretimine geçen Koreliler, Japonları bile geride bırakmıştır.
İlkel kabilelerde de bile, bireysel veya topluluklar halindeki yaşamlarda, bir mantık zinciri olduğu ortaya çıkmaktadır. Basit de olsa bir kural ve anlaşma için bir dil ortaya koyan kabilelerin, aynı şekilde ellerini gökyüzüne açıp dua ettiklerini görünür. Bu fıtri (içten gelen) davranışlar tesadüf ya da hayvanlardaki gibi taklit değildir. İnsan tek başına da yaşasa, topluluklar halinde de yaşasa sağduyuya sahiptir. Doğarken, kalbinin sağına yerleşen “kalbi melek” onu doğruya davet eder, yanlıştan ise sakındırır. Bu davet ve sakındırma ömür boyu sürer. Tarih boyunca deneme-yanılma yöntemini kullanan insanoğlu, ilkel yaşam da sürse, bunlardan ders çıkartır ve bu dersler nesilden-nesile aktarılır. Bilgi birikimleri de böyle sağlanır, dolayısı ile günümüzde hiçbir topluluk, ahlâki kuralların dışına çıkarak ve göstererek bir hayat sürdüremez. Bunu sadece, çok sınırlı sayıdaki (sapık) topluluklar sürdürmek istemişler ve cezalarını da görmüşlerdir. Nedeni de, düştükleri maddi hayatın hatalarında oluşan boşluk, bencillik ve bu boşluğu dolduracağı zannedilen sapık düşüncelerdir. Bugün özellikle Batı’da, “kişisel gelişim, parapsikoloji, paradoks’ kitaplarının çok yazılmasını bu bağlamda düşünmek gerekir. Modernliğin getirdiği ve insanlığın geldiği nokta da işte budur. Ne gerçek bir Hristiyan ve ne de gerçek bir Müslüman, bilerek bir inanç boşluğu içerisine düşmez, bencil olmaz, bilerek hata işlemez ve dolayısıyla sapık olmaz!
“Yüce Allah (c.c.) Müslümanları, modernliğin getirdiği her türlü aşırılıktan ve tehlikelere düşmekten korusun…Amin!”
(NOT: Ellisekizinci bölümün sonu…)