Sedat SADİOĞLU'nun 8 Şubat 2024 tarihli yazısı: İlmin Önemi - 2 -
Gören Göz – 54/1: Gerçeği Gizlemek
Aşağıda, sahih olduğu sabit olan bir hadis ve verdiği mesajla ilgili açıklamalar yer almaktadır;
“Kendisinden sorulan bir bilgiyi gizleyen (kasıtlı olarak vermeyen ve paylaşmayan) kimseye Allah kıyamet günü ateşten bir gem vurur.” (İbni Mace, Ahmet, r.a.)
Hadiste geçen “gizlemek” sadece “vermemek veya paylaşmamak” anlamında değildir. Gizlemek, başka konuları da akla getirmektedir. Bunların bazıları topluma zarar veren konular da olabilir. Örneğin;
1) İlmi ve derinlemesine bilgisi olan kişinin, cimrilik, korkaklık, kibirlilik veya maddi bir kaygı duyma yüzünden bildiğini, (sorulduğu halde) kasıtlı olarak açıklamaması konusudur. Burada daha çok maddi kaygı (özellikle parasal menfaatler) gözetilir ki, bu da “haksız bir kazanç” kaynağı demektir.
2) Bilgisiyle mezara giden insanlardan bahsedilir. Sorumsuzluk örneğinin eriştiği son noktadır ve doğrudur. Birikimi olduğu halde bilgisini kullanmayan, kimseye aktarmayan, yazılı hale getirmeyen (insanların faydasına sunmayan) ve sadece kendisine saklayan insanlar vardır. Günümüzde bu tutumları sergileyenlerin çoğu asosyaldir. Aralarında ruh hastası olanlar bile vardır.
3) Kişiyi doğrudan “yalancı şahit” durumuna düşüren durumlardır. Bilginin gizlenmesi, yanlış ya da yanıltıcı bilgi vermeye girer ki, buna hukuk dilinde “yalancı şahitlik” de denir. Yüce dinimizde, yalancı şahitlik ile insan öldürenin durumu aynı kategoride kabul edilmiş ve şiddetle men edilmiştir.
4) Kişiyi, dolaylı yapılan ve ancak yalancı şahit durumuna düşüren tutumlardır. Büyük bir problem durumunda, tanık olduğu sabit olan bir konuda ya da bilgisinin olduğu bilinen bir uzmanlıkta, kendi bilgisine gerek duyulan bir kişinin “suskun kalması” tutumudur. Kişi yalan söylemese bile, suskun kalarak, yanlı ya da yanıltıcı durumlar ortaya koyar ki, bu da, aleyhte durumlara sebep olur.
Hukuk’tan Bir Bilgi: Türk Ceza Kanunu’nda yer alan, “Yalan Yere Yemin”
Madde 275 - (1) Hukuk davalarında yalan yere yemin eden davacı veya davalıya bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.
(2) Dava hakkında hüküm verilmeden önce gerçeğin söylenmesi halinde, cezaya hükmolunmaz.
(3) Hükmün icraya konulmasından veya kesinleşmesinden önce gerçeğin söylenmesi halinde, verilecek cezanın yarısı indirilir.
Aşağıda, konuyu daha iyi aydınlatan, seçilmiş bazı ayetler çözümlü olarak yer almaktadır;
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutunuz; kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Haklarında şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara sizden daha yakındır. İğreti arzularınıza (menfaatlerinize) uyup adaletten sapmayınız. Eğer şahitlik ederken dilinizi eğip bükerseniz ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nisa Suresi, 135.Ayet )
“Ey iman edenler! Adalet ve dürüstlüğün tanıkları olarak Allah için kollayıp gözetleyenler olun! Bir topluluğun çirkinlik ve kötülüğü sizi adaletsiz davranmaya asla itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya ve korunup sakınmaya daha uygundur. Allah'tan sakının. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” (Maide Suresi, 8.Ayet)
“Allah, iman ederek, hâlis niyet ve amaçlarla, hayırlar ve salih ameller işleyenlere, af, (koruma kalkanı) ve büyük mükâfatlar vadetmiştir.” (Maide Suresi, 9.Ayet)
“Hakkı batılla karıştırmayın, bile bile gerçeği gizlemeyin!” (Bakara Suresi, 42.Ayet)
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip onu az bir değere değişenler, karınlarına ateş tıkınıyorlar. Diriliş gününde Allah onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Onlara acı verici bir azap vardır.” (Bakara Suresi, 174.Ayet)
“Yüce Allah(c.c.) Müslümanları, büyük mükâfatlar vadedilen kullarından eylesin… Amin!”
Gören Göz – 54/2: Selamın Önemi
Aşağıda, sahih bir hadis ve günümüz şartlarına göre açıklaması yer almaktadır. Buna gerek duyulmasının nedeni ise, mevcut açıklamaların yetersizliği ve (ne yazık ki!) farklı anlamlar yüklenmesidir. Hadisler, herkes için ders verici mesajlar içermektedir. İnsanların bu mesajlardan (hiç şüphesiz) mahrum bırakılmaması gerekir. Abdullah İbni Amr As’dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, sahabeden bir kişi, Allah’ın Resulüne (s.a.v.) “Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sordu. Resulullah ise şöyle buyurdu;
“Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmek ve selâm vermektir.”
Bir düşünelim ve şapkamızı önümüze koyalım! Kaç kişi, yaşadığı yerde, bırakın evimize davet etmeyi, kaç kişinin evine yemek göndermişizdir? Kaç kişi, kullansın diye, yeni veya kullanılmayan “eşyalarını” verip, iyilik yapmıştır? Kaç kişi, gördüğü tanıdık veya tanımadık kişilere selâm vermektedir? (Köyde, mahallede, apartmanda, yolda veya iş yerinde kaç kişiye selâm verdiğinizi hiç saydınız mı?)
Ayrıca, yukarıdaki hadiste geçen “selâm vermek” mesajı, bildiğimiz selamlaşmanın ötesinde anlamlar yüklüdür. Selâm, tanıdık-tanımadık herkese verilebilir. Bunun asıl anlamı, “ Allah seninle olsun”, “uğurlar olsun!” ve “benden sana zarar gelmez!” veya “esenlikte ol!” demek olsa da, asıl toplumsal mesajı, ‘güler yüzlü bir bakışma’dır Allah’ın selâmını verip geçen bir Müslüman, belki sevap alacaktır, ancak bu işin henüz başlangıcıdır. Toplumda sürekli selâmlaşan insanlarda zamanla bir aşinalık olur. Böylece insani yaklaşımlarla beraber bir sıcaklık oluşur. Bu durum, “hâl-hatır” sormaya ve arkasından “kısa bir sohbete” kadar gider. Sevinç ve üzüntüler paylaşılır veya bilinmesi gereken bir bilgi var ise, bunlar da öğrenilir ya da öğretilir. Müslüman için toplumdaki “birlik-beraberlik” ve kaynaşmalar böyle başlar. Aynı apartmanda yaşayıp da öldüğü, günler sonra anlaşılan durumlara rastlarız. Bu, sadece apartmanda yaşayan, selâmı-sabahı kesmiş, insanlarla geçinemeyen ve huysuz olarak ölen kişinin kabahati değildir. Bu, hayatta iken, o kişi ile sıcak ilişkiler kurmamış ya da kuramamış, belki hatalarından dolayı dışlamış tüm apartman sakinlerinin de kabahatidir.
Aşağıda, ders verici iki örnek yer almaktadır;
“Bir gün Hz. Ali (r.a.) ağlıyordu. Görenler, niçin ağladığını sordular. Hz. Ali şunları söyledi; «yedi gündür soframa bir misafir gelmedi. Allah’ın nazarında itibardan düşmüş olmaktan korkmaktayım.»”
“Anlatırlar ki, Hz. İbrahim (a.s.) yemek yiyeceği zaman 2-3 kilometre dolaşır, kendisiyle beraber sofraya oturacak (ihtiyaç sahibi) birisini arardı.”
Çocukluğumdan bir örnek: 10-11 yaşlarındaydık (1970’li yıllar), kiralık evimiz, sevimli bir sokağımız ve sakin bir mahallemiz vardı. Candan, seviyeli ve samimi komşuluklar kurmuştuk. O zamlar evler tek katlı, bahçeli ve birbirilerinden biraz uzak olurdu. Evi uzakta olan ve tek başına yaşayan yaşlı-dul bir kadına, yaz ve kış yemek götürmek için giderdik. Daha doğrusu annem, ısrarla ve düzenli olarak gönderirdi. Belki gitmesi bana zor (zahmetli) geliyordu ancak, annemin ve babamın mutlu olduklarından ve iç huzur duyduklarından eminim. Anne ve babamın, bu güzel davranışlarıyla bizlere örnek olduklarını sonraki yıllarda daha iyi anlamış bulunmaktayım. (Allah onlardan razı olsun.)
Son bir tespit; Selâm verenin, selâm alandan fazla sevap aldığını bildiğimiz bir kolaylıkta, bırakın selâm vermeyi, insanlar yolda yürürken göz göze gelmekten bile kaçınmaktadırlar. Selâm verildiğinde ise tuhaf şekilde bakan ve selâmı almayan insanlara bile rastlanmaktadır. (Böyle zamanlarda, hiç moral bozmadan, selâma kendimiz karşılık verilmeliyiz.)
Son bir cümle olarak; davet ve selâm konularındaki fütursuzca gidiş, yaşadığım ve gördüklerim, maalesef beni çok üzmekte ve çok düşündürmektedir.
“Yüce Allah(c.c.), davet ve selâmı alışkanlık haline getiren Müslümanların sayısını artırır, inşallah…”
(NOT: Ellidördüncü bölümün sonu…)