Utku KABAKCI'nın 19 Mayıs 2023 tarihli yazısı: Maç Kaç Kaç?

“Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.” - Albert Camus

Geleceğe dair umutlar beslemek yüreğimizde yahut amorf kaygılar barındırmak, başımıza gelebileceklerin en kötüsünü tahayyül etmek, yaşadıklarımıza tahammül etmek yerine… Nedenini sorgulamadan kendimizi kaptırdığımız bir akıntı gibi bu hissiyat.

Özlem duymak geçmişimize, hatıralara sarılıp ağlamak hafızamızın kaygan zemininde, sararan, solan ve giderek flulaşan bir zaman periyoduna takılıp kalmak… Kurtulmayı aklımızın ucundan dahi geçirmediğimiz karanlık bir zindana benziyor bu durum.

Geleceği bilemeyeceğimize bir türlü ikna edemiyoruz kendimizi. Fallara bel, ağaçlara çaput bağlıyor, yaş pastaların üzerine yerleştirilmiş mumların alevlerine üflerken dilekler tutuyoruz. Zor geliyor kabul etmek geçmişi değiştirmeye gücümüzün yetmediğini, suçluluk, utanç ve pişmanlıklar yapışıyor yakamıza.

Sıkıcı ya da üzücü sahneleri bir an evvel atlayıp aradan çıkartalım diye ileri sarmak için yanıp tutuşmamız da çok güldüğümüz, gıpta ettiğimiz bölümleri tekrar izleyebilmek için ömrümüzden feda etmeye hazır oluşumuz da bunları yapabilecek bir uzaktan kumanda sunmuyor bize.

Hayat denen filmin hem izleyicisi hem de oyuncuları olan bizler, sufle verilene kadar kendimiz bile bilmiyoruz bir sonraki repliğimizi. Provalarımızda olduğu gibi olmuyor hiçbir şey. En olmadık yerde bozuluyor ezberimiz, bağlanan basiretimizden dolayı veda ederek yapayalnız bırakıyor bizi doğaçlama yeteneğimiz.

Bitmese bu kadar güzel olmayacağını düşündüğüm lahzaların ardından ağlamak için de henüz gerçekleşmemiş olasılıklar için mutlu hissetmek için de ne kadar sınırlı olduğunu umursamadan müsrifçe tükettiğimiz kaynağa şimdiki zaman dendiğini unutmamamızı sağlayan, saniyede bir çalmaya ayarlanmış alarmlarımız olsa keşke.

Iskalamasak bir meltemin serinliğini, kraker ikram edişini bir dostumuzun yüzünde ikramından daha doyurucu bir tebessümle, güneşin batışıyla semaya savrulan renk cümbüşünü, buram buram kokmasını akasyaların, avuçlarımızın arasında tutmayı bir yavru kediyi, sevgilimizin gözlerinin içine dipsiz bir kuyuya düşer gibi hesapsızca bakabilmeyi uzun uzun, çocukların kahkahalarını, kanatlarını açmış martıların ufka paralel süzülüşünü ve daha nice güzelliği kana kana içebilsek yaşandıkları anda.

Zihnimiz ve yüreğimizin bizden önde gitmesinin ya da arkamızda kalmasının maliyeti tüm bu güzellikler işte. Bu yüksek bedeli ödemeye değer mi cidden biraz durup düşündüğümüzde yersiz olduğunu kolayca fark edebileceğimiz endişelerimiz ve hiçbir problemimizi çözmeyeceği aşikâr olan geçici teselli mahiyetindeki ümitlerimiz?

Her birimiz öne geçmekle geri kalmak arasına çekilmiş çizgiyi gözeten kaleciler kadar yalnızız en nihayetinde. Mağlubiyet de galibiyet de başarı dediğimiz topu yakalamamıza ya da elimizden kaçırmamıza bağlı. Yaptığımız onlarca kurtarışı anlamsız kılmaya muktedir tek bir golü yememeye çalışarak yaşıyoruz. Futbolun aksine son düdüğün ne zaman çalacağı belli olmayan bir maçta, kendi taraftarımızın desteğinden güç devşirip rakip takıma gönül vermiş olanların baskı kurmaya, moral bozmaya yönelik tezahüratlarına göğüs germeye çalışırken vazifemizi layıkıyla yerine getirmiş olduğumuzu bilmek dışında bir ödül beklememeyi başarabilirsek eğer değmeyin keyfimize.