Utku KABAKCI'nın 28 Nisan 2023 tarihli yazısı: Sardı Korkular Gelecek Yıllar

“Ben insanım bu kaygılarım da geçer

Yalan söyledim geçmez değişir” -Turgut Uyar

Gözümüz dalar, içimiz geçer bazen. Ne idiği belirsiz bir bunaltı hissi, kapkaranlık bir can sıkıntısı gelir oturur göğsümüze, keser nefesimizi. Yapılan şakalara gülemez olur, suspus kesiliriz. Takat bulamayız kendimizde, bize yöneltilmiş bir selama karşılık vermek için bile. Başka insanların nasıl olup da bu kadar enerjik olabildiğine şaşarız ya da küçücük bir tebessüm bile çileden çıkartır bizi. Kıskançlık hatta belki düşmanlık dahi besleyip bilenebiliriz diğerlerine. Maddi güçlük, sağlık durumumuzda kötüleşme, ayrılık, yoğun çalışma temposu gibi somut bir problem olmasa da hayatımızda, zaman zaman bu hâlde yakalanırız kendimize.

Öyle sanıyorum ki mutluluğun sürdürülebilirlikten yoksun bir kavram olmasıyla ilintilidir bu durum. Bitkilerin, hayvanların, eşyanın hatta yıldızların bile bir ömrü yok mu düşününce? Her an, her yerde, her koşulda iyi hissedebilmek mümkün müdür ki zaten? Zannetmiyorum. Hava hep güneşli olsa mesela, hiç yağmur yağmasa açabilir mi çiçekler? Ancak hiç açlık çekmemiş olan bırakabilir tabağındaki lokmayı. Sağlığının kıymetini bilemez hiç hastalanmamış kişi. Belki her şeyi, zıddını tanımak suretiyle idrak edebiliyoruzdur zihnimizin yapısı gereği.

Dünyamızın işleyişinin döngüler üzerine kurulu olmasından çıkartılabilecek bir ders olabilir mi hepimiz için? Ne dersiniz? Var mıdır sabaha kavuşmayan gece, yaza dönüşmeyen zemheri? Halk arasında yaygın şekilde kullanılan “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” tabiri de bu bilgeliğin zarif ve hatırda kalıcı biçimde formüle edilişi gibi geliyor bana.

Söylediklerimi örneklendirmem gerekirse, yaşımız küçükken büyüdüğümüz zaman kimseden izin almamıza gerek kalmaksızın istediğimiz her şeyi yapabileceğimizi hayal eder ve sabırsızlanırız, bir an evvel boyumuz uzasın isteriz. Çoğumuz okula başlayıp bambaşka sıkıntılarla yüzleştiğinde anlamaya başlar büyümenin pek de öyle matah bir olgu olmadığını. Üniversite diploması alınca tüm dertlerimizin biteceği yanılgısına düşebiliriz. Askerliği aradan çıkartınca rahatlayacağımızı varsayıp, iş bulur bulmaz yahut evlendiğimiz anda veya bir çocuk sahibi olduğumuzda nihayet çok mutlu olacağımızı düşünebiliriz. Ancak her bir hedefimize ulaştığımızda gördüğümüz tek şey, önümüzde uzanan manzaranın tırmanılması gereken yeni ve daha yüksek zirveler silsilesinden ibaret olduğudur. Peki biz ne zaman mutlu olacağız?

Cevap düşündüğümüzden çok daha basit: Mutluluğu, bir şeylerin sonucu değil de belli bir sürece yayılı geçici bir ruh hâli olarak gördüğümüzde. Ancak o zaman tam anlamıyla mutlu olabilecek ve mutlu anlarımızın tadını çıkartabileceğiz. Neşemizin her an bitebileceğini bilip hassasiyet göstererek ve bir gün tekrar döneceğinden emin şekilde olgunlukla uğurlayarak onu. Mutluluk denen kelebeğin peşinde koşarken bize kendimizi iyi hissettiren, onun elimizdeki fileye takılıp çırpındığı lahza değil, kovalarken hoplayıp zıplamak ve defalarca ıskalamaktır. Yani bugün ne durumda olursak olalım, içinde bulunduğumuz koşullar değiştiğinde bizim de o koşullarla birlikte değişeceğimizi kabul etmekte fayda vardır.

“Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar” cümlesi yalnız masalların sonunda yazar. Adı üstünde, masal işte. Ancak çocukları uyutmaya yarar.  Âşık Veysel’in ustalıkla tarif ettiği gibi iki kapılı bir handa gidiyoruz gündüz gece. Doğum kapısı ile ölüm kapısı arasında çıkışlar da olacak elbet inişler de. Tüm mesele bu yolculuktan bir şeyler alıp, ona bir şeyler katabilmekte.