Sedat SADİOĞLU'nun 20 Nisan 2023 tarihli yazısı: Yaşamsal Odaklar
Gören Göz – 9/1: Modern İnsan ve Din
Seyyid Kutub (Allah ondan razı olsun), “Çağdaş Uygarlığın Sorunları ve İslâm” adlı kitabının 140. sayfasında, insan ve din konusuyla ilgili şu tespitleri yapmıştır;
“Modern insan, çevresinin ve içinde yaşadığı toplumun kendisine empoze ettiği yaşama ve düşünme alışkanlıklarının bir sonucudur. Bu alışkanlıkların vücudumuzu ve şuurumuzu nasıl etkilediği malumlarınızdır. Şimdi biliyoruz ki, teknolojinin etrafımızda oluşturduğu çevreye, dejenere olmaksızın uyum sağlamak imkânsızdır. Bizim bu durumumuzdan sorumlu olan bilim değildir. Suçlu olan sadece biziz. Yasak olanla olmayanı ayırt etmeyi öğrenemedik, doğanın kanunlarına karşı geldik. Böylece çok büyük bir günah ve hiçbir zaman cezasız kalmayacak günahlar işledik! ”
Yazarın bu tespitlerine katılmamak mümkün değildir. Zaafa düşen insanı, yine modern hayatın kendisinin düşürdüğünü, ifade etmesi, bir tezat görülmemelidir. Buna rağmen, hem modern olup, hem günaha düşmemek de mümkündür. Buna en güzel örnek, Endonezyalı ve Malezyalı Müslümanlardır. Genç yaşta evlenip, balayı için hacca gitmeleri, başka nasıl açıklanabilir?
Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları modern hayatın cazip olan tuzaklarına düşmeyen, bilinçli olan kullarından eylesin…Amin !
Gören Göz – 9/2: Yaşamaya Devam
Aşağıda az duyulan bir anonim deyiş bulacaksınız;
“ Azrail noktayı koyana kadar, sen virgüle devam et! ”
Burada, “hayatın bir sonu var, ancak sen, sana biçilen rolü sürdür, plânlarını adım adım gerçekleştir ve hedefine ulaş” denilmektedir. Elbette burada, hedef “faydalı insan olmak için çabalamak”tır. Ancak hedef, her anın tadını çıkartmak için vurdumduymaz ve inançtan uzak bir yaşam sürmek ise, facia var demektir. İnsanın böyle zamanlarda ziyanda olduğuna dair hem çarpıcı Ayetler, hem de ders verici hadisler ve rivayetler vardır. Neden zamanımızı gereksiz ve faydasız işlerle harcayıp, ziyanda olalım! İşte muazzam bir Ayet;
“O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul (uğraş)” (İnşirah Suresi, 7.Ayet)
Aşağıda, ders niteliğinde bir rivayete yer verilmiştir;
Müfessirlerden biri (sıcak bir günde) pazarda dolaşırken, “Sermayesi hızla eriyen şu adama yardım edin!” diye bağıran bir buz satıcısına rastlamış. Müfessir bundan çok etkilenip, yere yığılmış. Kendisine geldiğinde “Sana ne oldu?” diye soranlara, “Eriyen, kişinin sermayesi değil ömürdür. Asr suresinin anlamını şimdi (daha iyi) anladım!” demiş.
Müfessir kimdir?: Müfessir, sadece tefsir yapan değildir. Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin din âlimi demektir.
Yüce Allah (c.c.), Müslümanları hayatın ve zamanın kıymetini iyi bilen ve zarara girmeyen kullarından eylesin… Amin !
Gören Göz – 9/3: Allah’tan Korkmak !
“Allah’tan korkmak” konusu, bütün Müslümanlar için çok önemlidir. Bir suç, yanlışlık veya kötülük içerisine düşmeden bile, “Ben Allah’tan korkarım!” demeliyiz. Burada, insanın bir beşer olduğunu, suç işleyebileceğini veya yanlış yapabileceğini kabul etmekle birlikte, bunun bilerek sürdürülmemesi esastır. (Elbette, tövbe yapmak şartıyla) Aşağıda, birçok kişinin bildiğini düşündüğüm ve verdiği mesaj açısından, ciltler dolusu kitap yazılabilen güzel bir (İslâm) anlayışını değerlendirmelerinize sunuyorum;
“Müslüman, Allah’tan hakkıyla korkandır!” Bu anlayış, İslam’ın temel hukuk anlayışlarındandır. Dünya görüşüne ve imanının merkezine “Allah sevgisini”nı koyan Müslüman (kişi), artık hiçbir şeyden korkmaz olur. Ancak! kişi her türlü yanlıştan, kötülükten (ve şüpheli şeyler dahil) uzak kalmalıdır.
Dosdoğru olan budur ve yukarıdaki anlayışla yaşayan bir Müslüman için, Yüce Allah da (hiç şüphesiz) koruyucu ve kollayıcı olacaktır.
“Allah’ın dilemesine bağlamaksızın (beklemeden), unuttuğunuz zaman da Allah’ı anın ve şöyle söyleyin; Umarım ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir başarıya eriştirsin!” (Kehf Suresi, 24.Ayet)
Yüce Allah (c.c.), Müslümanları Allah’ı seven ve günahlardan/hatalardan korkan ve bu bilinçle yaşayan kullarından eylesin…Amin !
Gören Göz – 9/4: Müslüman ve Kalkınma
Bu başlığı ilk okuduğunuzda, bir Müslüman’ın kalkınmayla ne ilişkisi olduğunu düşünebilirsiniz. Bu konuya, Atatürk’ün aşağıdaki (şu az bilinen) özdeyişi ile vurgu yapmak isterim;
“Bütün dünyanın Müslümanları, Allah’ın son peygamberi (olan) Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmelidir. Tüm Müslümanlar, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli, İslâmiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli(dir). Zira, ancak bu şekilde Müslümanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler! ”
Atatürk, İslâmiyet’i olduğu gibi yaşayanların sadece kendilerini (cehennem ateşinden) kurtarmayacaklarını, aynı zamanda faydalı çalışmalarıyla, toplumu da kalkındırabileceğini işaret ediyor. Hakkıyla çalışan, çalışmasına ve işine yalan dolan karıştırmayan, çalıştığı işi geliştiren ve kuşaklara aktaran bir Müslüman için hem kendisi, hem de toplumu için çok yönlü faydalar olacağı aşikârdır.
Müslüman’ın Bilimle Kalkınması; Müslümanlığın ilk yıllarında, özellikle astronomi, tıp ve matematik konusunda İslâm dünyası çok ileri gitmiştir. İslâm âlimlerinin yetişmesinde, Yunanlı, Çinli ve Hintli âlimler çok etkili olmuştur. Kur’an’daki bilimsel dayanakları inceleyen ve etkilenenler ise, daha çok Türk ve İranlı âlimler olmuşlardır. Müslüman bilim insanları, daha sonra giderek daha az yetişmiş ve gereksiz yere “koruma” altına alınarak, değer verilmeyerek yada “hor görülerek” bilimsel gelişmelerde etkisiz kalmışlardır. Böylece, sınırlı bilimsel gelişme gösterebilmişlerdir.
Oysa, Avrupa’daki Reform ve Rönesans’sın tetiklenmesini, İslâm âlimleri başlatmışlardır. Bu âlimlerden biri olan Ömer Hayyam, bilimin yanında Kur’an’daki ilmi konular hakkında da çalışmalar yapmıştır. Aşağıda, Ömer Hayyam’ın konuyla ilgili özlü bir sözü, veciz bir şiiri ve kısa hayatı yer almaktadır:
“Halkın bilgisi ‘din’dir. Âlimin dini ise ‘ilim’dir!”
Âlim, ilmi öğrenince hem ilmin inceliklerini, hem de dinin gerçeklerini iyi kavrayabilmektedir. Oysa sıradan halk (avam), sadece dinini (ibadetsel olarak) bilebilir.
Ömer Hayyam’dan bir deyiş;
Ezel sırlarını, ne sen bilirsin, ne de ben
Bu muammalı kelimeyi, ne sen okuyabilirsin, ne de ben
Perde ardında sen ve ben dedikoduları var amma…
Perde kalktı mı, ne sen kalırsın, ne de ben
Ömer Hayyam kimdir? Nişaburlu (İranlı) filozof, şair ve matematikçidir. Ömer Hayyam, 11. yüzyılın en seçkin kişilerindendir. Yunan, Hint ve kendinden önceki İslâm matematikçilerinin çözemedikleri cebir denklemlerini, sistemli yöntemlerle çözüp irdelemiştir. Ömer Hayyam’ın bilimsel değerinin en açık örneği, “Fil Berahimi an-el-Mesail el-Cebr vel Mukabele” adlı cebir kitabıyla, astronomi, fizik, meteoroloji, lojik ve felsefeye dair yazmış olduğu orijinal eserlerdir. Rubaici olarak bilinmesi ise yanlıştır. Rubaileri 30-40’ı geçmez. Takvim-i Celâli adıyla bir takvim düzenlemiştir. Bu takvim, halen kullanılan Gregoryen takvimi 3333 sene de bir gün hata yapmasına karşın, 3770 sene de bir gün hata yapmaktadır.
Kısa bilgi: Lojik nedir? Mantık veya mantıkla ilgili olan demektir.
Yüce Allah (c.c.), Müslümanları kendisine, çevresine ve topluma (insanlığa) faydalı olan kullarından eylesin …Amin !
Gören Göz – 9/5: Kötü Söze Önlem
Bir gün Hz. Ebubekir (r.a.), sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) huzurlarında otururlarken, bir kişi, edepsizlik yaparak Hz. Ebubekir’e dil uzatıp yakışıksız sözler söyler. Peygamberimiz (s.a.v.) böyle zamanlarda bir şey demez ve bazen tebessüm de ederdi. Yine böyle bir gün, edepsizlik yapan kişi haddi aşınca, doğal olarak sinirlenen Hz. Ebubekir, birkaç kötü söz söyledi, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) yerinden kalkıp gitti. Hz. Ebubekir de koşarak, Peygamberimize (s.a.v.) yetişti ve dedi ki, “Ya Resul Allah! Niçin biri hayâsız edepsizlik edip, gönül incitirken, susup, bir şey söylemediniz de, ben ona söylenince kalkıp gittiniz?” Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu; “Ya Sıddık! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmaya başladığı zaman, Allah-u Teâlâ bir melek gönderdi. O kişiyi kovacak idi. Ama sen, hemen sinirlendin ve söylenmeye başladın. O melek gidip, yerine iblis (şeytan) geldi. İblis’in olduğu yerde ben durmam!”
Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.) ondan sonra, vakitli vakitsiz söz söylememek için, ağzına küçük bir taş koyardı. Ne zaman söz söylemek lazım gelse önce düşünürdü. Bir söz söyleyecekse de taşı çıkartır, konuşur ve tekrar ağzına koyardı. Zorunlu olmayınca da konuşmaz, sürekli tespih ve tehlil ile meşgul olurdu.
Kısa bilgi: Tehlil nedir? ‘Lâilâhe illallah…’ sözünü söylemektir.
Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları Peygamberimizin (s.a.v.) dediği gibi, “ Ya hayır (güzel ve faydalı şey) söyleyin, yada susun! (çünkü, Allah için susmak da hayırdır)” anlayışında olan kullarından eylesin…Amin !
(NOT: Dokuzuncu bölümün sonu…)
HADİSLE KUR’AN
Gören Göz – 10/1: Kudsî Hadis Nedir?
“Kudsî hadis” ifadesi, bazen “sahih hadis” ifadesi ile karıştırılmaktadır. Sahih hadis; Hz. Muhammed’in (s.a.v.) değişik olaylar ve sorunlar karşısında inananları aydınlatmak, Kur'an'ın bazı ayetlerini daha açık bir dille ifade etmek için söylediği ve (birçok kanaldan) doğru kabul edilen gerçek sözleridir.
Kudsî hadis ise; Hz. Muhammed’in (s.a.v.), Kur’an dışında Allah-u Teâlâ’dan (Hz. Cebrail de dahil) aracısız naklettiği sözlerdir. Kudsî Hadis’e; Rabbanî Hadis, İlahî Hadis veya Nebevî Hadis de denir. Resulallah onları mutlaka, “Rabbim buyuruyor ki!” (veya) “Allah-u Teâlâ dedi ki!” gibi sözlerle ifade etmiştir.
Kur’an, söz ve anlamı itibariyle Yüce Allah’a aittir. Kudsî Hadis ise, anlamıyla Yüce Allah’a, lafzıyla (=ağızdan çıkan söz, kelime ve ifade olarak) Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimize aittir.
Aşağıda, Kudsî bir hadise yer verilmiştir: Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün ashâbına (r.a.);
‘Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?’ diye sordu.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.); ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir’ dediler.
Resulü Ekrem Efendimiz; ‘Rabbiniz buyuruyor ki; Kim ki bütün erkân ve şartlarına riayet ederek (içten) namaz kılarsa, Benim onun için ahdim vardır. Onu Cennete koyarım…’”
Yüce Allah (c.c.), biz Müslümanları hadis ve sünnetlerine uygun yaşayan (bilinçli) kullarından eylesin…Amin !
Gören Göz – 10/2: Kader’e İman (!)
İslâm inancında, “kadere iman” yoktur. Bu söylem, “kişinin vadesi” ile karıştırılmaktadır. Dinimizde; ahiret gününe, yeniden canlanmaya, cennet ve cehenneme iman (inanma) vardır.
Yüce kitabımızda adı geçen “kader” ise, günümüz Türkçe’mize yerleşmiş olan “kadar” anlamında sayılabilir. Oysa Kur’an’da birçok yerde geçen esas anlamı ise “ölçü”dür.
Her canlı için “kader” kaçınılmazdır. Üzerinde kaderin %100 cereyan ettiği türler, sadece hayvanlar ve bitkilerdir. Sözgelimi bir karınca için kesin bir kader vardır. Karınca bu kaderini değiştiremez, bu İlahidir. Ancak insan için kader seçenekleri vardır. Yüce Allah bize seçenekler sunarak, kaderimizin iyi ve kolay sürmesini (birçok vesile ile) destekler. İnsanların mevcut durumları, değişmez kader değildir. İnsan halisane niyetle bir işe başlayacaksa, yüce Allah onun kaderini bile değiştirebilir. Bu O’nun için çok kolaydır! Örneğin, okuması-yazması olmayan (Medine’li) Zekeriya El-Ensari’nin, Mısır El-Ezher Üniversitesine 90 yaşında rektör olmasını ve 120 yaşına kadar faydalı bir yaşam sürmesini nasıl açıklayabiliriz!?
Bu yüzden, İslâmiyet’te “kadercilik” yoktur. Hele, “kötü kader” hiç yoktur! Karamsar olan, kadere küsen, kolay vazgeçen, kolaya (tembelliğe) kaçan, sadece kötümser olanlardır.
“Kadere iman” söylentisi, Peygamberimizden sonra, hilâfetin kendilerine geçmesiyle beraber, Emeviler tarafından, imanın şartlarına bilinçli (olarak) ilave edilmiş ve Abbasiler tarafından da benimsenmiş görülmektedir. Kader inanışına karşı gelen nice değerli insan ya zindanlara atılmış yada katledilmişlerdir. Ve, ne yazık ki, İmam-ı Azam Ebu Hanife de bunlardan biridir.
Kur’an'da imanın şartları ayetlerde net olarak belirtilmiştir ve beş (5)’dir. (Bakara: 177.Ayet, Bakara: 284.-285.Ayetler, Nisa: 136.Ayet) Bu şartlar; “Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman”dan ibarettir.
Kadercilik, her şeyin bir Yaradan tarafından plânlandığını, yaratıldığını ve bizlerin de bu plân dahilinde görevlerini yerine getiren varlıklar olduğumuzu kabul eder. Buna inanan düşünceye de “kadercilik” denilmektedir. Bu inanış, eski Mısırda, eski Yunanda ve halen günümüzde de vardır. Çünkü amaç, sorumluluktan kaçıp, suçu ilâhlara atmak ve bu sayede sorumluluktan kaçmaktır. Hatta daha ileri giden kaderci liderler (bunlara din adamları da dahildir), bulundukları makamların da tanrı veya ilâhlar tarafından bahşedildiği iddia ederler. Hatta, mal ve mülkün Yaradan’ca bağışlandığı üzerinde durarak, büyük maddi kazançlar elde etmişlerdir ve (halâ da) etmektedirler. Papalık müessesesi buna en iyi örnektir.
7 şiddetindeki bir deprem sonrası çok can kayıplarının yaşanması veya gerekli çalışma ve iş güvenliği şartlarını yerine tam getirilmeyen bir maden ocağı göçüğündeki yüzlerce ölümlü kazaların olması, kesinlikle kader ile açıklanamaz! Bunların (asıl) adı, insan kaynaklı ihmâl, görmezlikten gelme, malzemeden çalma, kısaca insanların hatası ve sorumsuzluğudur.
Kader olarak nitelenecek bir örnek verecek olursak; depremlerdeki en büyük yıkım şiddeti 10 olarak ölçülmüştür. Yani 10 şiddetinin üstünde (bilinen bir) deprem yoktur. Ancak bu, hiç olamaz değildir. 14 şiddetinde yaşanan, yıkımı ve can kaybı çok olan bir deprem, belki (!) kader ile açıklanabilir. Bu bile şüphelidir. Çünkü, yeraltı faaliyetleri (nükleer patlatmalar, derin göçükler, petrol aramaları ve yeraltında boşluklarının oluşması, vb.) ile yerkürenin dengesini, yine insanoğlu bozmaktadır. Sorumluluğu Allah’a havale edilip, asli sorumluluklarımızdan ve yapılması gerekenlerden kaçamayız. Bu, tevekkül inancına ve akıl sahibi insanlara yakışmaz! Ayrıca unutmayalım ki, sorumluluk sahibi olan insan, yapmaması gerekenlerden (yasak edilmiş, şüpheli, sakıncalı, vb.) ve yapması gerekip ancak yapamadıklarından da sorumludur. İnsan, (problemleri) bir üst makama havale edip, sorumluluğu (kendi) üzerinden atamaz!
Hz. Ali’nin (r.a.) “(Madem kader bellidir), o halde çalışmayı bırakıp, işi oluruna terk edelim mi?” sorusuna, Sevgili Peygamber (s.a.v.) efendimizin verdiği yanıta bakalım;
“Hayır! (halis niyetle) Çalışın çünkü herkes, yaratıldığı işi kolaylıkla (kendisi için hayırlı olanı) başaracaktır!” (Tirmizi, ‘Kader’, 3)
“Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kadere (bir ölçüye) göre yarattık” (Kamer Suresi, 49.Ayet)
“Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a, ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur” (Nisa Suresi, 136.Ayet)
Yüce Allah (c.c.), Müslümanları şeytanın tuzaklarına düşmeyen, gayretli olan ve Kur’an’ı iyi anlayan kullarından eylesin…Amin !
Gören Göz – 10/3: Az Yemek ve Oruç
Bütün peygamberler ve âlimler, kendilerine verilen görevleri yerine getirirken, önce kendi nefsini dizginlemeyi öğrenmişlerdir. Nefsi dizginlemenin başında da, az yemek ve belirli günlerde aç kalıp oruç tutmak gelmektedir. Nefsin dizginlenmesi gereken diğer yolları ise; az uyumak ve az konuşmaktır.
Yiyip içme ilmini öğrenmek, ibadet ilminden önce gelir. Beden sağlam olursa dünyada rahata kavuştuğumuz gibi, sağlam vücutla daha çok hizmet etme imkânı buluruz. Bu da, ahireti kazanmaya yardımcı olur. İki cihan saadeti için midemizi ve dolayısıyla sağlığımızı da düşünmemiz gerekir. Acıkmadan yememeli, doymadan da kalkmalıyız!
İlim ve amel az yemekte, kalp temizliği az uyumakta, hikmet ise az konuşmaktadır. Nefis ile ilgili diğer deyiş ve sözler de şöyledir;
“Az yemek ustalık, çok yemek hastalıktır!” (Anonim)
“Az yemek meyveli bir ağaçtır, hasta kalplere (ise) ilaçtır!”
“Çok yiyerek kalbini öldürme, şeytanı kendine güldürme!”
“Aç ve susuz durarak nefisle yapılan cihâd, Allah yolunda (yapılan) cihâd gibidir.” (Gazalî)
Yüce Allah (c.c.), Müslümanları nefisle ilgili her konuda ölçülü olan kullarından eylesin…Amin !
Gören Göz – 10/4: Kültürel Etkileşim
Aşağıda bir görüşüm ve altında açıklaması yer almaktadır;
“Bir kişi yada toplum, dinî kimliğini kaybettikten sonra, diğer kültürlerin etkisine kolay girer!”
Yabancı kültürler, dünyevi cazibeleri ile kişi yada toplumları çok kolay etkilerler. Önce din anlayışlarını çökertirler, sonra kişi veya toplumun içerisini manevi yönden boşaltırlar. Ne yazık ki, günümüz Müslümanları yoga, stres yönetimi, meditasyon, reiki (ruhsal yaşam enerjisi), misyonerlik, astroloji (burçlar), medyumluk, taklitçilik (benzemeye çalışma) ve daha bir çok tehlikeyle karşı karşıyadır. Bilinçli bir Müslüman’ın, yukarıda sayılanların hiçbirisine ihtiyacı yoktur, dolayısıyla herhangi bir tuzağa da düşmez.
Ateist bir kişi, inanmayışı (inançsızlığı) itibariyle zaten “boşta” olan kolay bir hedeftir. Manevi yönden içi boştur ve boşluktadır. Böyle bir insanın, “Budizm” etkisine girip “yoga”ya yönelmesi anlaşılabilir veya bir meditasyonla uğraşması kabul edilebilir. Ancak bir Müslüman’ın manevi yönden boşlukta olması diye bir anlayış olamaz! Öte yandan;
“Müslümanlar, çan sesini duyduğunda kiliseye ibadete koşan Hıristiyanları, Allah’ın varlığını inkâr eden ateistlere nazaran, her zaman için kendilerine daha yakın bulmalıdırlar!”
Yüce Allah (c.c.), Müslümanları, İslâm dinini iyi idrak eden ve boşluğa düşmeyen kullarından eylesin…Amin !
(NOT: Onuncu bölümün sonu…)