Hüseyin ALPASLAN'ın 11 Ekim 2023 tarihli köşe yazısı: Soykırım İddialarını Çürüten Malta Yargılaması-I

1919-1921 yılları arasında gerçekleşen ve tarih literatürüne “Malta Yargılaması” olarak kaydedilen olay, aslında; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarında gerçekleşen tehcirin, soykırım olduğunu ispata yönelik planın bir parçasıdır. Osmanlı Devleti’nin zorunlu sevk ve iskanı uygulamaya soktuğu 1915-1916 yıllarında düşünülmüş ve kararlaştırılmış bu planı uygulamak için savaş biter bitmez teşebbüste bulunulmuştur. Osmanlı ordusunun birçok cephede savaş halinde bulunduğu 1915 yılının Nisan ayında, Ermenilerin, Van’da başlattıkları büyük isyanın devamında 8 Mayıs’ta Ruslarla işbirliği yaparak Türklere karşı gerçekleştirdikleri katliamları, yağmaları ve kundaklamaları görmeyen İtilaf Devletleri, 24 Mayıs 1915’te yayınladıkları ortak bildiriyle, Van’daki olayları Ermenilere karşı yapılan katliam olarak değerlendirip, Türkiye’nin insanlığa karşı işlediği suçla ilgili Türk hükûmetinin bütün üyeleri ile sözde katliama karışan tüm sivil memurların sorumlu tutulmasının gerekliliğine dair uyarıda bulundular[1]. İtilaf Devletleri’nin Ermeni olaylarının gerçek yönlerini araştırmadan, tarafsızlık gözetmeden ve bilinçli şekilde doğruları görmezden gelerek, zorunlu tehcire karşı olan yaklaşımlarını ve aldıkları siyasi tutumlarını, Türkiye üzerine insanlık suçu gibi bir kara lekeyi çalarak, tarihi 18’nci yılın sonlarına kadar giden şark meselesinde güdülen politikaların ikinci safhasındaki emperyalist emellerine ulaşmak istemelerinin bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. İtilaf Devletleri’nin niyetlerini gösteren bu girişim, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında, İngilizlerin, çoğunluğu ittihatçı olan Osmanlı Devleti’nin üst kadrolarında görev yapmış asker, bürokrat ve kanaat önderlerini, kendi güdümlerinde İstanbul’da kurulan askeri mahkemelerde Ermeni kırımı suçlamasıyla cezalandırmak istemeleri ile başlamıştır. Askeri mahkemelerdeki yargılamaların hukuksuzluğunun açığa çıkması ve milliyetçi Türkler tarafından gösterilen direnç üzerine, istediği sonucu alamayan İngilizler çoğunluğu ittihatçı olan Türkleri Malta’ya sürgün ederek uluslararası bir mahkemede yargılamak istemişlerdir. Bu doğrultuda hareket eden İngiltere, Malta planını devreye sokmuş ve 29 Mart 1919 tarihinde Ali İhsan Sabis Paşa ile başlayan Malta sürgünlerinin sayısı, en son 1920 yılının kasım ayında gönderilenlerle 144 kişiye ulaşmıştır[2]. Malta Adası’na sürgün edilen Türklerin yargılanmasına ve cezalandırılmasına yönelik çabaların, soykırım iddialarını ispat etmeye yönelik siyasetin sürdürüldüğüne dair davranışın bir tezahürü olması gerçeği yadsınamaz.

Malta’ya sürülen ve iki yıldan fazla tutuklu kalan çoğunluğu ittihatçı olan Türkler hakkında ileri sürülen iddiaları ispata yönelik kanıt bulunamamıştır. Sevr Antlaşması ile yargılama yetkisine kavuşan Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından yapılan soruşturma neticesinde tutuklular hakkında delil yokluğundan dava açılamamıştır. Aynı dönemde işgal altındaki İstanbul’da İngilizlerin Osmanlı arşivlerine ulaşmaları o kadar kolaydı ki, İngilizler sözde Ermeni katliamlarına ilişkin belge bulabilmek için Ermeni Haig Kazarian’ı arşivlerde teferruatlı bir araştırma yapması için görevlendirmişlerdir. Kazarian yaptığı incelemelerde iddia edilen Ermeni katliamlarına ilişkin hiçbir delil bulamamıştır[3]. İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgalleri ile beraber başlayan ittihatçı avı ve olağanüstü yetkili Divân-ı Harbi Örfîlerin kurulmasının gerçek amacı; tehciri gerçekleştiren Osmanlı Hükûmeti’nde görev alan yöneticilerin ve kırım ile suçlanan İttihatçıların yargılanarak cezalandırmasını sağlamak ve böylece Ermenilere toplu katliam yapıldı iddialarını meşrulaştırmaktı. Ancak zamanla Divân-ı Harbi Örfîlerde gerçekleşen davalardaki hukuksuz yargılamaların ayyuka çıkması ve kamuoyunda oluşan tepkiler neticesinde tedirgin olan İngilizlerin, İstanbul’da yargılamalar sürerken çoğunluğu ittihatçı olan tutukluları cezaevinden teslim alarak Malta’ya sürgün etmeleri ile başka bir yargılama safhası ortaya çıkmıştır.

Tehcir Hakikati

28 Temmuz 1914 tarihinde Avusturya İmparatorluğu’nun Sırbistan'a savaş ilanı ile Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı içerisinde yer alacağına dair öngörüde bulunan Ermeni Komiteleri isyan planlarını uygulamaya koymak için harekete geçmişlerdir. Osmanlı istihbaratı komitelerin faaliyetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmasına rağmen asilerin faaliyet yürüttükleri merkezlerin Rusya ile İran devletlerinin sınırları içerisinde olması ve dış destek görmelerinden dolayı yeterli önlem almakta güçlük yaşanmıştır [4]. 

Osmanlı Devleti’nin 11 Kasım 1914 tarihinde resmi olarak savaşa girmesiyle beraber sınırlarının genişliği nedeniyle cephelerin uzak mesafelere yayılması, Türk ordusu için savaş koşullarını gün geçtikçe zorlaştırmıştır. Hem saldırı hem de savunma planlarının yapıldığı farklı birçok cephe oluşmuştur. Bu cepheler şunlardır: Suriye, Filistin, Kanal ve Irak Cepheleri, Ermenilere karşı İç Cephe, Boğazlar ve Çanakkale Cephesi, Galiçya, Dobruca ve Makedonya Cepheleri, Hicaz, Arabistan Cephesi ve Kafkas Cephesi[5]. Türk ordusu, uzak mesafelerde bulunan birçok cepheye asker göndermek zorundayken, içeride ise Ermeni isyancılar ile mücadele etmek için askerlerin bir kısmını cephelerden çekmek zorunda kalmıştır. 1914 yılında Rusların Doğu Anadolu bölgesini işgalinde onlarla beraber hareket eden Ermeni komiteleri, 1915 yılında Çanakkale’de büyük bir savaş yaşanırken, Doğu Anadolu’da isyan hareketlerini büyüterek yaygınlaştırmışlardır. Van isyanı ve Müslümanlara yapılan mezalim Osmanlı Hükûmeti’ni radikal çözümler almaya yöneltmiştir. Osmanlı Hükûmeti’nin aldığı tüm tedbirlere karşın; Ermeni isyanları, cephe gerisinde ordunun ikmal yollarına düzenlenen sabotajlar ve Türk köylerine yapılan saldırılar önlenememiştir.  

Silahlı isyanların ve Müslümanlara karşı gerçekleşen katliamların önlenemez bir hal alması, Osmanlı Hükûmeti’ni zorunlu yer değiştirme kararını almaya itmiştir. Osmanlı Devleti, bazı bölgelerde isyan eden Ermenilerin savaş bölgesi dışına çıkarılması yönünde tedbir almayı uygun bulmuştur. Osmanlı Hükûmeti, 01 Haziran 1915 tarihinde geçici olarak uygulamaya soktuğu tehcir kanunu ile zararlı faaliyetleri görülen Ermenilerin savaş bölgesi dışına çıkartılmasını vilayetlere ve ordu komutanlıklarına tebliğ etmiştir.  Tehcir kararının meşru gerekçelere dayandığı yabancı tarihçilerin de kabul ettiği bir olgudur. Amerikalı eski bir asker ve tarihçi olan Edward J. Erickson, kaleme aldığı makalesinde; “tehcir kararının Ermenilerin yok edilmesi gayesini taşımadığını... Askeri faaliyetler için bir tehdit olan Ermenilere yönelik savaş şartlarında askeri ve stratejik zorunluluk neticesinde alınmış bir karar olduğunu” ifade etmiştir[6].

1915 ve 1916 yıllarında, hükûmetin zorunlu sevk ve iskana dair talimatlarını yerine getirmeyen, görevlerini kötüye kullanan, Ermenilere kötü davranan ve yasalara aykırı hareket ettiği tespit edilen kamu görevlileri ile vatandaşların cezalandırılması yönünde Osmanlı Devleti önemli bir irade göstermiştir. Osmanlı Hükûmeti, Ermenilerin tehcir edilmesi sırasında suç işlendiğine dair iddialar üzerine heyetler oluşturarak birçok bölgede soruşturma yaptırmıştır. Tahkikatlar neticesinde suç işlediği anlaşılanlar askeri mahkemelere sevk edilerek yargılanmaları sağlanmıştır. Askeri mahkemeler tarafından 1915 ve 1916 yıllarında tehcir sırasında çeşitli suçlara karıştıkları iddiası yargılananlardan, suçu sabit olduğu tespit olunanlara idam dahil çeşitli cezalar verilmiştir. Yargılananların sayısı bazı kaynaklarda 1397 kişi olarak verilirken[7] bizim de çalışmalarımızda teyit ettiğimiz kaynaklardaki 1673 sayısı gerçek rakam olarak karşımıza çıkmaktadır[8].

Prof. Justin McCarty 24 Nisan 2002 tarihinde Yeditepe Üniversite’sinde yaptığı “The First Shot” başlıklı konuşmasında, savaş sırasında Ermenilerin Osmanlı ülkesindeki yıkıcı etkilerini anlatırken yaptığı değerlendirmelerde şunları söylemiştir:  

“I. Dünya Savaşı başlamadan önce Ermeni gerilla çeteleri Rus İmparatorluğu’nda örgütlenmeye başlamıştı. Binlerce Osmanlı Ermeni’si Rus eğitim kamplarına eğitildiler. Türk-Rus savaşı başlayınca bunlar Türklerle savaşmak ve Rus savaş gücüne destek vermek için geri döndüler. Anadolu’daki depolarda, kullanıma hazır olarak saklanan silah ve cephaneyle donatıldılar. Bunların sayıları 100.000 kadardı. Ermeni tarih miti, barışsever Ermenilerin hiçbir tahrik olmadan Türkler tarafından saldırıya uğradıklarını anlatır. Oysa gerçek durum bunun tersidir. İlk kanı akıtan Ermenilerdir. İç savaşı başlatan Ermenilerdir. Ermeni milliyetçileri ayaklanma amacıyla örgütlenmeye başladıklarında hiçbir Ermeni sürgün edilmemiş, hiçbir Ermeni politikacı asılmamış, hiçbir Ermeni Osmanlı askerinin ellerinde ölmemiş, hatta savaş resmi olarak ilan edilmemişti bile... Ama, Ermeniler, kendi vatanlarına, kendi devletlerine karşı, onun baş düşmanı olan Rus İmparatorluğu’nun yanında çarpıştılar. O zaman da özgürce itiraf ettikleri gibi, vatanlarına hıyanet ettiler. Enver Paşa, Rusları Sarıkamış’ta cesur ama kötü tasarlanmış bir saldırıyla bozguna uğratmayı denedi. Fena halde başarısızlığa uğradı ve ordusunun dörtte üçünü kaybetti. Bu nedenle Rus ordusu karşısındaki Osmanlı güçleri enkaz durumundaydı. Ruslar hem sayıca daha fazla hem de daha iyi donanımlıydılar. Osmanlı güçlerinin tek şansı savunma durumlarını korumaktı. Cephede bir kişiye bile ihtiyaç vardı. Ne var ki, en deneyimli bazı askeri birlikler cepheden çekilip Ermeni isyancılarla çarpışmaya yollanmıştı. Bu nedenle Osmanlı cephesi tehlikeye düşmüştü. Ermeni komitacı ve çetelerinin yarattığı tehlike hem Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını hem de Anadolu’daki Müslümanların yaşamlarını ciddi bir biçimde tehdit ediyordu. Ermeni çeteleri aslında bütün Doğu Anadolu’da faaliyet gösteriyor, ulaşımı engelliyor, iletişim hatlarını kesiyor ve ücra Müslüman köylerine saldırıyorlardı. Bazı ayaklanma bölgelerinin stratejik bir amaçla seçildiği belli. Örneğin, Sivas vilayetinin nüfusunun sadece %13’ü Ermeni. Sivas cepheden uzak olduğu gibi, aynı zamanda olası bir Rus desteğine de uzak düşüyor. İlk bakışta burada düzenlenen Ermeni isyanı pek o kadar anlamlı gözükmüyor. Ancak, buranın kilit bir ikmal merkezi olduğu, Osmanlı cephesine ulaştırılmak istenen savaş malzemesi ile askeri takviye birliklerinin Sivas’tan geçmesinin zorunlu olduğu, savaş bölgesine yayılan telgraf sisteminin merkezini oluşturduğu, ulaşım ve iletişimin darboğazı olduğu dikkate alındığında Ermenilerin isyan için Sivas’ı seçmelerinin nedeni anlaşılır. Sivas’ta herhangi bir kırılma Osmanlı savaş gücüne ağır bir darbe olacaktı.” [9]  

McCarthy, Ermenilerin katliama uğradığı iddiaları ile ilgili niyet unsurunun önemine değinerek savaş sırasında saldırının tek taraflı olmadığını, tek taraflı bir saldırının Türklere uymadığını, Ermenilerin, Müslümanları, Osmanlının devlet adamlarını, polisini ve askerini öldürdüğünü, katliamların Ruslarla beraber devam ettiğini anlatarak, zorunlu bir yer değiştirmenin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmıştır. McCarthy, Osmanlı Hükûmeti’nin tehcir sırasında zarar gören Ermenilere dair iddialar ile ilgili yaptırdığı soruşturmalarda suçu tespit edilenler hakkında yapılan yargılamalar neticesinde, idam dahil birçok ceza verilmiş olmasını, Osmanlıların hiç değilse Ermenileri öldürenleri cezalandırmaya kalkışmasını önemli bir argüman olarak yorumlamış ve aksine Ruslar ile Ermenilerin ise Osmanlı vatandaşları olan Müslüman Türkleri ve Kürtleri öldürenleri hiçbir zaman yargı önüne çıkarmadıklarını ifade etmiştir[10].

İkinci Bölümle Devam Edecek

Kaynakça

[1] Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul, 1987, s.606; Raymond Kevorkıan, Ermeni Soykırımı, çev. Ayşen Taşkent Ekmekçi, İletişim Yayınları, İstanbul 2015, s.1065.

[2] Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2020, s.113,234.

[3] Guenter Lewy, 1915 Osmanlı Ermenilerine Ne Oldu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2020, s s.203.

[4] Justin McCarthy, Türkler ve Ermeniler, çev. Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,2019, s. 162-163. 

[5] Hüseyin Alpaslan, “Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kafkas Cephesi’ndeki Faaliyetleri”, Türk Dünyasından Parlamenter Bakış Dergisi, S.7, (Ankara/ Nisan, Mayıs, Haziran 2020), s.140.

[6] Edward J. Erickson, “Ermeniler ve Osmanlı Askeri Politikası”, 1915, Tarihte Savaş, c.15/ S.2 (Nisan 2008), ss. 141-167.

[7] Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Rüstem Yayınevi, İstanbul, 2001.s.288; McCarthy, a.g.e., s.232.

[8] BOA., HR., SYS., 2882/29; Yusuf Sarınay, 24 Nisan 1915’te Ne Oldu? Ermeni Sevk ve İskanının Perde Arkası, ed. Hüseyin Cengiz, İdeal Kültür Yayıncılık, İstanbul 2012, s.248-249; Bülent Bakar, “Ermeni Tehciri” Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2013, s.133.

[9] M. Şükrü Elekdağ, “Tarihsel Gerçekler ve Uluslararası Hukuk Işığında Ermeni Soykırımı İddiası.” Cumhuriyet Gazetesi, 19 Nisan 2010 – 27 Nisan 2010. 

[10]McCarthy, a.g.e., s.232-233.